FARABİ’NİN DUASI…

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla başlıyorum!

1 -) Ey Zorunlu Varlık! Ey sebeplerin sebebi, ezeli ve ebedi olan Allah’ım!
Beni yanılgılardan korumanı, bana senin hoşnut olacağın eylemi emel yapmanı istiyorum!

2 -) Ey bütün Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım! Bana bütün iyi hasletleri bahşet, işlerimde güzel neticeler ver, gayelerimde ve isteklerimde beni başarılı kıl! Evrende nehirlerin coşkun aktığı gibi akan yedi yıldızın sahibi, aydınlatıcısı Rab!

O yıldızlar, O’nun iyilikleriyle, bütün cevheri kuşatan iradesiyle işlerini yaparlar.
Zuhal, Utarit ve Müşteri gibi yıldızların bizzat kendilerinden bir şey beklemem, ben hayrı, her şeyi senden beklerim!

3 -) Allah’ım! Bana güzellik elbiseleri giydir, iyilik ve güzellikler ver Peygamberlerin kerametlerini ve zenginlerin saadetini, bilgelerin ilimlerini, muttakilerin mutlulukların ver!

4 -) Allah’ım! Beni mutsuzluk ve yokluk âleminden kurtar! Beni kötülüğe bulaşmamışlardan, sevgiyle bağlı olanlardan, dosdoğru kişiler ve şehitlerle birlikte gökte yaşayanlardan eyle!

Sen öyle yüce bir varlıksın ki, senden başka ilah yoktur! Varlıkların yegane sebebi, yerin ve göğün nuru Sensin. Allah’ım! Bana Fa’al Akıldan bir feyiz bahşet!

Ey ululuk ve iyilik sahibi Allah’ım! Ruhumu hikmet nuruyla süsle! Bağış olarak benim için taktir ettiğin nimeti – şükrünü, bana ilham et!

Bana hakkı hak olarak göster ve ona uymanın yolunu ilham et! Bana batılı batıl olarak göster, beni batıla inanmaktan ve onu dinlemekten koru! Nefsimi ilk maddenin yapısından temizle! Şüphesiz ki sen, ilk nedensin!

Ey bütün varlıkların sebebi olan Hak, Bütün varlıkların feyzinden fışkırdığı kaynak. Kat kat göklerin Rabbi, onların ortasına kara ve denizleri yerleştiren Rab.

Sana sığınarak, bir günahkâr olarak, sana yalvarıyorum! Bu günahkâr ve ihmalkârın suçunu bağışla!
Ey evrenin Rabbi! Yüce katından bir feyiz ile Nefsimi, maddi ve manevi kirlerden temizle!

5 -) Ey yüce kişilerin, yıldızlar âleminin gökyüzündeki ruhların sahibi Allah’ım! Kuluna, şehevi şeylerin, aşağılık dünyanın sevgisi baskın geldi. Sen himayeni, beni hatalara düşmekten koruyucu kıl!

Benim için takvanı, her türlü aşırılığa karşı kalkan yap! Muhakkak sen her şeyin kuşatıcısısın.

6 -) Ey Allah’ım! Beni dört unsurun esaretinden kurtar ve beni geniş katına ve yüce huzuruna al!

7 -) Allah’ım! Bana vereceğin yeterliliği, gücü, topraksı cisimler ve varlıkla ilgili olan düşünceler arasındaki yerilmiş ilişkilerimi kesmem bir sebep kıl; hikmeti ve ruhumu ilahi alemler ve yüce ruhlarla birlikte olmaya vesile kıl.

8 -) Allah’ım! Benim ruhumu Cebrail vasıtasıyla aydınlat! Aklıma ve duyguma olgun hikmetle etki et! Fizik âleminin yerine, melekleri bana yoldaş eyle!

9 -) Allah’ım! Bana doğruyu ilham et! İmanımı takva ile pekiştir! Nefsimde dünya sevgisine karşı nefret uyandır!

10 -) Allah’ım! Benliğimi, geçici şehvetleri yıkmaya karşı güçlü kıl! Ruhumu kalıcı ruhlar yurduna ulaştır ve onu yüce cennetlerdeki değerli, şerefli varlıklar topluluğundan eyle!

11 -) Ey, hal ve söz diliyle konuşan varlıkların önünde olan Allah’ım seni tenzih ederim, şüphesiz ki Sen, o varlıklardan her birine hikmetinle lâyık olduğu şeyi verensin, o varlıklara, yokluğa nispetle varlığı bir nimet ve rahmet kılansın.

Öz olsun, ilinti olsun tüm varlıklar senin nimetlerine müstahaktırlar ve nimetlerinin güzelliklerine şükrediyorlar. Nitekim Sen; O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız, buyurmaktasın.

12 -) Allah’ım seni tenzih ederim, sen yücesin, tek olan Allah’sın, yegânesin, Sen; “ Birsin, teksin, doğurmayan, doğurulmayan ve kendine hiçbir şey denk olmayan ” eşsiz ve ihtiyaçsız Allah’sın!

13 -) Allah’ım kuşkusuz ki Sen, benim ruhumu dört unsurdan meydana gelen bir zindana hapsettin ve ruhumu parçalama işini, şehvetlerden oluşan birtakım yırtıcı hayvanlara havale ettin.

14 -) Allah’ım! Nefsimi (beni) ismetle yücelt! Sana yaraşan biçimde ona şefkat et! Senden gelen ve sana lâyık olan bir asaletle onu esirge! Gökteki yerine ulaştıracak bir tövbeyi ona lütfet! Kutsal makamına geri dönüşünü – ulaşmasını, çabuklaştır!

Nefsimin karanlıkları üzerine Fa’al Akıl güneşini doğdur! Cehalet ve sapkınlıkların karanlıklarını ondan uzaklaştır. Ruhumda bil-kuvve bulunanı güzellikleri aktif hale getir.

Ruhumu bilgisizliğin karanlıklarından çıkarıp, hikmetin aydınlığına ve aklın ışığına ilet. Nitekim sen; Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, diye buyurmaktasın.

15 -) Ey Allah’ım! Bilinmeyenlerin gerçek suretlerini ruhuma rüyada göster! Ruhumu karma karışık kabuslardan, rüyalarında iyilikleri ve doğru müjdeyi görmeye dönüştür! Ruhumu etkileyen duyuların ve kuruntuların kirlerinden temizle!

Ruhumdan fiziki alemin bulanıklığını uzaklaştır. Ruhumu, ruhlar alemindeki yüce makama konuk et! Nitekim Sen; Bana hidayeti nasip eden, bana her şeyde yeterli olan ve beni himaye eden en yüce varlıksın!

Hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Allah’ın rahmeti ve selamı sonsuza dek kendisinden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek olana Hz. Peygamber’e olsun. Amin!.

Türk Devletleri Teşkilatı’na bağlı Türk Üniversiteler Birliği Toplantısı!

Prof. Dr. Aziz Sancar; Türk Devletleri Teşkilatı’na bağlı Türk Üniversiteler Birliği’nin toplantısında yapmış olduğu konuşmayı; yeniden bir uyanışa ve nizam-ı alem ülküsü Türk Devlet ve medeniyet kodlarının yeniden neşv-ü nema bulması, özellikle akademik camianın araştırma – geliştirmeye önem vermeleri ve eli kalem tutanlara; Büyük ve Güçlü Türk Devleti – Türkiye Yüzyılı hedefleri zaviyesinden, yeniden tefekkür ve tezekkür edebilmeyi, yorumlayabilmeyi, dikkat ve ilgilerine sunarım!

Uzun zaman birbirinden ayrı düşmüş, Türklerin bir araya gelmeleri, güçlerini birleştirmeleri, kendilerinin ve dünyanın kalkınmasına ortak katkılar sunma imkanına ulaşmaları bizim hep gençlik hayalimiz olmuştur. O yüzden, bugün sizlerin Türk Dünyası’nın Medeniyet Başkenti Semerkant’da bir araya gelerek, milletimizin bilim ve eğitim sorunlarını, bu sorunlara ortak çözümleri ele almanız beni çok mutlu ediyor.

Ben Nobel Ödülü’nü aldığımda, sadece kendimi değil, sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni değil, bütün Türk Dünyası’nı temsil ettiğimi hissediyordum, bunu biliyordum ve bununla büyük bir gurur duydum. Fakat, aynı zamanda içimde bir ezginlik vardı. Biz büyük medeniyetler yaratmış büyük bir Türk milletiyiz. Ya, ben niye Nobel kazanan ilk Türk olayım?

Biz tarihimizle övünüyoruz. Bize tarih kitaplarında biz Türklerin büyük medeniyetler yarattığını öğretirlerdi. Gerçeği söyleyim, ilkokulda, ortaokulda buna inanıyordum. Fakat, liseye, üniversiteye gittikten sonra buna şüphe ettim ve bu içimde bir tutku olarak kaldı. Yıllar sonra, Batılı yazarlardan çıkmış eserleri okudum ve anladım ki, gerçekten 750 ile 1250 yılları arasında Türk Dünyası bilim dünyasının merkeziydi. Gerçekten, biz büyük medeniyetler yaratmışız. Ama bir sürü nedenlerle ondan sonra bilim yapmayı bıraktık, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri bizi geçti. Bunu çözmemiz lazım.

Gerçekten de, biz Türklerin yaklaşık son 500 yılda bilime doğru dürüst katkı yapamadığımız ortadadır. Peki neden yapmadık? Bazı insanlar buna ‘zeki olmadığınız için’ yanıtını verir. Ancak bilim yapmak genetik veya zekâ meselesi değil, gelenek meselesidir. Yahudi kardeşlerimiz dünya nüfusunun yüzde 0.2’sini teşkil ediyor ve yüzde 20 bilim Nobellerini almışlardır. Onlar diğer insanlardan daha üstün zekâlı mı? Değiller. Onların kültüründe bilime, eğitime önem veriliyor. Dolayısıyla biz de bunu bir gelenek haline getirmeli ve çocuklarımıza erken yaşta aşılamalıyız. Bu konuda özellikle sosyal bilimcilerin çalışma yapmaları lazım.

Ben gittiğim Türk ülkelerinde teknolojiye önem verilmeye başladığını gördüm. Teknoloji önemli, fakat temel bilim olmadan teknoloji olmaz. Avrupa’dan, Amerika’dan makine alıp, ben teknoloji yapıyorum, ben patent aldım, bilmem ne adımla ne Türkiye yükselir, ne Türk Dünyası yükselir. Benim inancım bu. Dünyada eğer bir adımızı duyurmak istersek, eğer bir kuvvet olarak tanınmak istersek, eğer yabancılar tarafından yönetilmek istemiyorsak, biz bilim yapmalıyız ve bilimde kuvvetli olmalıyız ki, dünya bizi yaptığımız bilimle tanısın. Unutmamalıyız ki, biz çalıştığımız, ürettiğimiz sürece üstün olacağız. Yoksa, üstünlük genetik değildir. Bütün insanlar birbirine eşittir.

Kuşkusuz ki, Türk Dünyası’nda bilimsel geri kalmışlığın bir çok kurumsal ve sosyal nedenleri vardır. Maalesef ben bunların çözümünü iyi bilmiyorum. Fakat anladığım o ki, maddi yatırım yapmaktan öte bir bilim ortamı geliştirmek lazım. Uluğ Bey, İbn-i Sina, El-Biruni yoktan ortaya çıkmadılar, o zaman Türk Dünyası’nda bir bilim ortamı vardı, yüzlerce başarılı bilim insanı vardı ve bilime çok ilgi vardı, bilime önem veriliyordu. Aynı zamanda, Uluğ Bey, Uluğ Bey gibi Orta Asya Altın Çağı’ndaki diğer bilim adamları Türk Dünyası’nda bilim adamlarıyla ortak çalışarak bilim yapıyorlardı. Bunlara bugün de önem verirsek, Türk Dünyası’nda bilim ve toplum gelişir ve ilerler.

Türk Dünyası’nda bilimsel geri kalmışlığın nedenleri ve bunlara çözüm yollarının bulunması için hiç kuşkusuz ki, sosyal bilimcilerimizin ortak ve detaylı araştırmalarına ihtiyaç vardır. Fakat Türk Dünyası’nda bilimi geliştirmek için, dünyayla yarışmak için neler yapmamız gerektiğini naçizane kendi gözlemlerime dayanarak, burada özetlemek istiyorum.

1 -) Bilim, adaletin, özgür düşüncenin ve sorgulamanın olduğu ortamlarda yeşerir. Bunu unutmamak ve çocuklarımızı bu ruhla, bu alışkanlıkla büyütmemiz lazım, onlara bu ortamı sağlamamız lazım. Bilimde özgür düşünce çok önemli. Ben Türk Cumhuriyetlerine gittiğimde beni merasimle karşılıyorsunuz, bana büyük saygı gösteriyorsunuz. İnsan olarak, tabi, bu hoşuma gidiyor. Fakat, bunlar bilimde olmaz. Benim yanımda çalışan en başarılı bilim adamları, benim yetiştirdiğim en başarılı öğrenciler benimle münakaşa eden öğrenciler olmuştur. O bakımdan, özellikle genç çocuklarımıza özgür düşünmeyi ve yaşlıların, benim gibilerin söylediklerini sorgulamayı öğretmeliyiz.

2 -) Temel bilime öncelik vermeliyiz. Sosyal bilimcilerimiz kusura bakmasınlar, onlara büyük saygım var, fakat şunu söyeleyim, bizim temel bilimlere yatırım yapmamız lazım, temel bilim yapan çocuklarımızı desteklememiz lazım, onlara özgüven vermemiz lazım.

3 -) Kız ve erkek çocuklarımıza aynı eğitim fırsatı vermeliyiz. Bunun bütün Türk toplumlarında, özellikle de Türkiye Cumhuriyeti’nde bir sorun olduğunun farkındayım. Bunu çözemezsek, toplumumuzun yarısını oluşturan kadınlarımızın potansiyelinden kalkınma yolunda yararlanamayız, bu potansiyeli gerçekleştiren toplumlarla yarışamayız.

4 -) Çocuklarımıza çok erken yaşlarda deney yapmayı öğretmemiz lazım. Bilim, deney yapmakla öğrenilir, bunu unutmamak lazım. Ben Amerika’ya geldiğimde Türkiye eğitim ve teorik bilim açısından beni çok iyi yetiştirmişti. Fakat deney yapma konusunda eksikliklerim vardı. Bunu erken yaşlarda çocuklarımıza öğretmemiz lazım. Bu alışkanlık haline gelmeli, yaparak öğrenilmelidir. Sadece okumakla buna sahip olamazsınız.

5 -) Politika ve din bilime karıştırılıyor, bunları kesinlikle ayrı tutmak lazım. Politika ve din ile bilim kurumları amaç ve yöntem açısından önemli ölçüde birbirilerinden ayrışıyor. Bunları birbirine karıştırsanız bundan ilk önce bilim zarar görür, güvenilirliğini kaybeder, ilerleyemez, gelişemez.

6 -) Bilim adamlarını din ve politikanın dışında tutmak lazım. Din ve politika bilim adamlarının işine karışırsa, sonuç bilimin ortadan kalkması olur. Nitekim, buna ibretlik en iyi örnek olarak, Uluğ Bey’in Semarkant’da kurduğu Gözlemevinin akıbetini gösterebiliriz. Dini ve politik aşırılık, o zaman dünya çapında bir bilim merkezi haline gelmiş bu gözlemevinin tahrip olması ve oradaki bilim adamlarının dünyanın çeşitli yerlerine kaçıp gitmesiyle sonuçlandı. Bilim adamları da din ve inanç işlerine karışmasın. Çünkü toplumun büyük bir kısmını dışlar ve alçak görür algısı verir.

7 -) Bilim adamlarına liyakate dayalı imkan sağlanmalıdır. Onları tayin etmek, terfi etmek için tek kriter liyakat olmalıdır. Mesela, benim çalıştığım Amerika’da dün yaptığına bakmazlar. Ben Nobel’i aldığımdan sonra yayına gönderdiğim ilk makalem reddedildi. Amerika’da çalışacaksınız, durmadan çalışacaksınız ve bir şeyler bulacaksınız. Bunun ölçüsü budur. Ne bilim adamları dinler, ne de bilimsel faaliyetlere fon sağlayan Amerikan Sağlık Bakanlığı gibi kurumlar. O bakımdan, çalışmanıza devam etmeniz lazım. Devam etmezsek, desteklemezler, Nobel filan dinlemezler. Bilimle ilgili görevlere atamalarda da yine buna bakılır, dünyadan ve Amerika’dan en iyilerin bu görevlere getirilmesine çalışılıyor.


8 -) İnsanlar bilim yapmaya başladıktan sonra onlara özgürlük vereceksiniz, şunu yap, bunu yap demeyeceksiniz. Bilim adamı özgürlük ister. Onların bir şeye merakı olur ve onu takip eder ve o konuda ona özgürlük vermelisiniz. O, madem hayatını buna adamış, mutlaka insanlığa faydalı bir şeyler yapacaktır. Bir sözle, bilim adamına kendi bilimsel hedeflerini özgürce belirleme ve bunu gerçekleştirme imkanı sağlanmalıdır.

9 -) Bütün bunların dışında benim kanaatimce bir Türk Türk Dünyası’na bir vefa borcu, bir sevgisi olmadan iyi bir bilim adamı olmaz. Ben bilime bir derece olarak kendi sorularımı cevaplandırmak için girdim. Kendi bilmediklerimi öğrenmek için girdim. Fakat, bilim yaparken, özellikle dış bir ülkede bilim yaparken, aklımda bir şeyi daima tuttum, hiç unutmadım; ben burada yalnız kendimi değil, Türk Milleti’ni temsil ediyorum diye düşündüm. Ve o bana hem güç verdi, hem de sorumluluk kattı. Ben her yaptığımda bundan ben ne alırım, Türk Milleti ne alır diye düşündüm. Ve bu benim için bir güç kaynağı olmuştur.

Son olarak, Türk Üniversiteler Birliği, Türk Cumhuriyetleri üniversiteleri arasında öğrencilerin ve öğretim üyelerinin değişimini sağlamak ve Türk Dünyası’nda ortak öğretim alanı oluşturmak için çalışmalar yürütmektedir. Bunları iyi gelişmeler olarak görüyorum, Türk Dünyası’nda ortak bilimsel çalışmaları da kapsayacak şekilde daha da genişletilmesini arzu ediyorum ve Türk Cumhuriyetleri yöneticilerine bu faaliyetlere daha fazla bütçe ayırmalarını öneriyorum.

Kilistra – Lystra; İlgi Bekliyor!


Sonsuz Kudret ve Hikmet Sahibi Yüce Allah; Neml suresi 69. ayetinde; Resulüm; De ki: Yeryüzünde yürüyünüz de bakınız ki, günahkârların akıbeti nasıl olmuştur!

Rum suresi 42. ayetinde; Resulüm; De ki; Yeryüzünde gezip dolaşın da bakınız ki, bundan evvelkilerin akıbeti nasıl olmuştur? Onların ekserisi müşrik kimseler idi!

Ankebut Suresi 20. ayetinde; Resulüm; De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini görün. Allah, daha sonra ikinci hayatı da işte böyle gerçekleştirecektir; Allah her şeye kadirdir, buyurmaktadır!

Dini amaçlı seyahatler, en eski ve en yaygın nedenlerden biridir. Türbeler, tapınaklar, kiliseler, dini yerler ve törenler her zaman bir çekicilik unsuru olmuştur! Günümüzde, dini ya da inanç turizmi olarak bilinen ve ziyaretçi çeken tarihi destinasyon konumları bulunmaktadır.

Bu destinasyonlardan üç önemli din ( İslamiyet, Hristiyanlık ve Musevilik ) için dini zenginlikleri bünyesinde bulunduran ülkelerden bir tanesi Türkiye’dir. Bu anlamda inanç turizmine yönelik akademik çalışmalar önem arz etmektedir.

Mezkur çerçevede, Konya şehir merkezine yakın bir konumda bulunan, Kilistra – Lystra Antik kent hakkındaki genel bilgilere ve turizm zaviyesinden durumuna kabaca bakalım!

Kilistra Antik Kenti; Konya’nın 45 kilometre güney batısında, Meram ilçesine bağlı Hatunsaray ( Lystra ) Beldesi Gökyurt Köyü içerisindedir.

Helenistik ve Roma dönemlerinde yoğun yerleşime sahne olan ve Erken Hristiyanlık Döneminde hızla büyüyen Kilistra ( MS VI.-XIII. yüzyıl ) zamanla Kapadokya benzeri bir mimarî dokuya kavuşmuştur.

Kilistra Antik Kenti; tarihî Kral Yolu ( Via Sebaste ) üzerinde yer alır. Stratejik öneme sahip olan Lystra, Roma İmparatorluğu’nun güney uçlarında İmparator Augustus tarafından askerî koloni yapılan beş merkezden biridir. Aynı dönemde Anadolu’yu gezen ( MS 49-56 ) Aziz Paulus ve Barnabas’ın yeni vaz’ettikleri dine Lystra halkının çoğunluğu katılmıştır.

Haberci Paulus’un Barnabas ile geldiği ilk gezisinde, Konya’da yaptığı ilk vaazında konuşma yaptığı sinegogun karşısındaki evin penceresinde kendisini dinleyen güzel Theakla; kutsal yola kendisini adaması, bu uğurda Romalılardan işkence görmesi, ölüme mahkûm edilmesi nedeniyle kutsanmış ve Azize makamına erişmiştir.

Azîze Theakla’nın yanı sıra Lystra’da ( Hatunsaray ) hayatını kurtaran, onu tedavi eden Musevî ailenin çocuğu Timoteos, Paulus’un en seçkin yardımcıları arasına katılmıştır. Efes Piskoposu da seçilen Timoteus; Paulus gönderdiği mektuplarda “çömezim” diye hitap ettiği ifade edilmektedir.

Kilistra; Aziz Paulus’un yaşamında önemli bir yer olması ve mimari açıdan kiliseler, şapeller, manastırlar, gözcü kuleleri, sığınaklar, antik yollar, mahalleler, seramik atölyeleri gibi değerli örnekleriyle ön plana çıkmaktadır.

Kilistra; Bölgesinde fazlaca kilise varlığı söz konusudur. O dönemden kalma mimari yapıların birçoğu kaya oyma yapılardır. Bu yapıların içerisinde kiliseler, şapeller, yaşam alanları mevcut ve tarih anlamında da oldukça önemli olarak gördüğümüz bir noktadır. İnanç turizmi anlamında önemli bir destinasyon merkezidir!

Kilistra; Konya çevresinde günümüzden yaklaşık 11 ile 3 milyon yıl arasında olmuşmuş volkanik kayaların olduğu bölgedir.

Kilistra, ana kilisenin olduğu bölgedeki kayalar volkanik özelliktedir! Patladıktan sonra kaynaklanmış olan tüfler! Bunlar kolayca oyulabildikleri, işlenebildikleri için bölge seçilmiştir. Kapadokya bölgesinde ki Peribacalarına benzetilmektedir!

Kapadokya bölgesi, özellikle de, Yer Altı şehirleri ve aynı oluşumda meydana gelen Ihlara Vadisi, yerli ve yabancı turizm ya da İnanç turizmi alanında gözde destinasyon merkezleri arasındadır! Yerli ve yabancı, binlerce ziyaretçi gelmektedir!

Peki, aynı oluşuma benzer bir konumda bulunan Kilistra ya da Lystra, şehrin ileri gelenleri tarafından nenden yok sayılmakta ya da görmezden gelinmektedir?

Bölge neredeyse harabe bir konumdadır! Tarih, Yerel halkın umurunda değildir! Bölge koruma altına alınmalı! Bölgeye girişler, Kapadokya bölgesinde ki destinasyon merkezlerinde olduğu gibi ücretli olabilir! Tanıtım bilgileri asılabilir!

Yani bölge ve tarih, tamamen HARABE bir duruma gelmeden veya YOK olmadan, Şehrin ileri gelen; ETKİLİ ve YETKİLİLERDEN ya da PROTOKOLÜ tarafından, turizme kazandırabilmek ve İBRET alabilmek adına, İLGİ ve ALAKA beklemektedir!

Kilistra – Lystra Hatunsaray / Meram / Konya
Kilistra – Lystra Hatunsaray / Meram / Konya
Kilistra – Lystra Hatunsaray / Meram / Konya
Kilistra – Lystra Hatunsaray / Meram / Konya

Bir SİYASET; Taktik ve Propaganda, Dehası; Muaviye!

Siyaset; Farklı çıkarlar arasında bölünmüş toplumların, şiddet içermeden özgür tartışma yoluyla yönetilmesi! Devleti idare etme ve toplumda çatışan menfaatleri uzlaştırma sanat ve bilimi olarak, siyasetçilerin değil tüm insanların ilgisini çeker! İktidarı ve gücü hedefler; iktidarı ve gücü ele geçirmek isteyen insan, grup ve partilerin; aldatma, manipülasyon ve yalana başvurduklarını ifade eden bir faaliyet, olarak görülür!

Strateji ve Taktik; Strateji, bir hedefe ulaşmak için oluşturulan plandır! Önce hedefler ve sonra strateji gelir! Taktik, stratejiyi uygulamak için atılması gereken adım ve eylemler! Stratejisiz hedefler, sadece umut ve hayaldir! Stratejisiz taktikler, yalnızca zaman alan bir görevdir!

Propaganda; Toplumun görüş ve davranışını, kişilerin belirli bir görüşü, belirli bir davranışı benimsemelerini sağlayacak biçimde etkileme çabasıdır! Beyaz, Gri ve Kara olmak üzere üç şekilde uygulanmaktadır!

Deha – Dahi; Akıl, zekâ, idrâk, basiret, ileri görüşlülük, hazır cevaplılık, problemlere çabuk ve etkili çözüm bulabilme gibi özelliklerin bir araya gelmesiyle oluşan özelliğe dehâ; tüm bu vasıfları ileri derecede bünyesinde barındıran, bu yönleriyle diğer insanlardan ayrılan kimselere de, dâhi denilmektedir!

Muaviye; devrinin en güçlü kabilesi Ümeyye ailesinden ve şehir reisi Ebû Süfyân ile Hind bint Utbe b. Rebîa’nın oğlu olarak Mekke’de doğdu!

Muaviye; Resûlullah’ın (s.a.s) peygamberliğini ilânından sonra, Kureyş içinde İslâm’a cephe alan İslam düşmanı ailenin ( Ümeyye ve Utbe b. Rebia ) çocuğu olarak gençlik yılları, İslam’a karşı mücadele içinde geçer!

Bedir Savaşı öncesinde, Müslümanlarla teke tek vuruşmak için meydana çıkan 3 şahıstan Utbe b. Rebia anne dedesi, Şeybe b. Rebia dayısı, Velid b. Utbe de annesinin amcasıdır! Her 3’ü de Hz. Ali ve Hz. Hamza tarafından öldürülür. Annesi Hind ise Uhud Savaşı’nda, Bedir’de kaybettiği yakınlarının intikamını almak üzere en ön saftadır!

Muaviye’nin babası Ebu Süfyân, Kureyş ileri gelenleri Bedir’de öldürüldüğünden, Mekke’nin liderliğini üstlenir! Uhud, Hendek, Hudeybiye gibi harekâtlarda, Muaviye, Hz. Peygamber’e karşı savaşanlar safında ve Hendek Savaşına bizzat katılmıştır!

Tarihçiler; Muaviye’nin ailesiyle birlikte Müslüman olmasını Mekke’nin fethi sonrasında gösterir! Aile üyeleri, Müslüman olsa da, Mekke’deki reisliğini tekrar ele geçirmek için gizli hesapları sürdürdüğü! Bunun için Hz. Peygamber’e yakın olmanın yollarını aradıklarını, iddia etmektedir!

Muaviye; Müslüman olduktan sonra, okur yazar sayısının az olmasından, Hz. Peygamber’e, gelen ayetleri yazmak üzere, ‘vahiy kâtibi’ olarak yakınında yer aldığı! Peygamber Efendimiz, Ebu Süfyan’ın kızı ve Muaviye’nin kız kardeşi Ümmü Habibe ile evlenerek aileyle akrabalık bağı kurduğunu da belirtelim!

Muaviye’nin İslam devleti içindeki ilk siyasî kariyeri, Hz. Ebubekir tarafından Suriye’ye gönderilen abisi Yezid b. Ebi Süfyan’ın yanında başlar. Onun bir veba salgınında ölümü üzerine, Hz. Ömer tarafından önce Ürdün, ertesi yıl Dımaşk (Şam) valiliğine tayin edilir.

Bu atamanın abisi Yezid’in veliahdı olarak yapıldığı yorumlarına, annesi Hind; Muaviye kimseye veliaht olmaz! Bütün Arapları toplasanız ve Muaviye’yi de içlerine atsanız, istediği şeyi elde ederek aralarından sıyrılıp çıkar, sözü, siyasî kabiliyetinin yüksekliğine, ailesi tarafından özel olarak yetiştirildiğine ve bir fırsatı boşa harcamayacaklarına dair imalar içermektedir!

Muaviye; doğduğu aile ve yaşadığı çevrenin ikramı olan riyaset ortamının getirdiği tecrübenin yanı sıra, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde, Suriye bölgesinde uzun müddet yapmış olduğu valiliği süresince elde ettiği siyasî nüfuz, askerî ve ekonomik gücünü, siyasî zekasıyla harmanlamıştır.

Muaviye; Kurucusu olduğu Emevî Devleti’ni, yaklaşık 20 yıl istikrarlı bir düzeyde yöneten iktidarının son yıllarına doğru, aklının bir köşesinde beklettiği ve uğruna yoğun bir faaliyet içine giriştiği, oğlu Yezid’i, kendi yerine veliaht tayin etme planını gerçekleştirmiştir!

Muaviye; Tarihte, dört Arap dehasından biri olarak kabul edilen, hitabet gücünün yüksekliği, insanlara, anlayacakları dilden konuşarak onları kazanmayı bilmesi, siyasetteki kurnazlığı, işleri nasıl gerekiyorsa öyle halletmesi, çevresini iyi tanıyan, gözlemleyen ve ileriyi gören bir idareci olması, onu siyasi, taktik ve propaganda dehası yapan en önemli özellikleridir.

Muaviye; İnsanlarla aramda koparmadığım bir bağ vardır; onlar ipi gerdiklerinde ben gevşetirim, onlar ipi gevşetirse ben gererim, diyerek bu husustaki denge anlayışını yansıtmaktadır!

Muaviye; siyasi hayatta başarılı olmasını sağlayan en dahice davranışlarından biri de, kendisi gibi dahi olan kişileri kendi saflarına çekerek onların yeteneklerinden faydalanmasıdır!

Muaviye, karşılaştığı en önemli zorlukları, Amr b. el-Âs, Mugîre b. Şu’be, Ziyad b. Ebîh gibi dâhi isimler sayesinde aşmış ve hedeflediği birçok noktaya onların güçlü idare kabiliyetleriyle ulaşmıştır.

Muaviye; tarih sahnesinde, savaş meydanlarının anlı şanlı bir kahramanı olarak parlamaktan ziyade, nadir yetişen bir diplomat, çevresini iyi tanıyan, tahlil eden ve dolayısıyla masa başı mücadelelerden hep zaferle ayrılan bir politikacı olmuştur.

Muaviye; Stratejik hileler yoluyla ve yerinde yaptığı müdahalelerle sürece yön verebilen ve benzer bir yöntemi Sffîn Savaşı’nda devreye sokmuştur. Sıffîn Savaşı’nda tam anlamıyla hezimete uğramak üzereyken, vali ve danışmanlarından olan Amr b. elÂs’ın teklifiyle, kolay kolay kimsenin aklına gelmeyecek bir fikri devreye sokar!

Muaviye’nin emri ile Suriyeli askerler, mızraklarının ucuna Kur’an sayfalarını takmak suretiyle, savaşı askerî boyuttan çıkararak başka mecralara taşımış olur! Suriye ordusunun bu fotoğrafının bir tuzak olduğu, ordusunun çoğunluğu tarafından fark edilmiş olsa da Hz. Ali, geri kalan kısmı bu tuzağa düşmemeleri konusunda ikna edememiştir!

Muaviye; her türlü maddi – manevî teklif ve vaatlerle uzlaşma yolları arayan ve müsamahasının öne çıktığı yöntemleri! Zikredilen bu yöntemlerin işe yaramadığı, yeterli olmadığı veya amaca hizmet edemediği yerde, devreye sokmaktan hiç çekinmediği; tehdit, baskı, sindirme, yıldırma, hatta öldürerek ortadan kaldırma gibi metotlarla, ister birey, ister grup ve isterse kitle bazındaki muhaliflerini bertaraf etmeyi başarmıştır!

Muaviye; Olaylar karşısında edilgen bir pozisyona düşmemiş, bilakis onları kendi amaçlarına hizmete edecek bir seyre sokmayı başarmıştır! Siyasî hayatındaki başarıyı tesadüflere veya şansa borçlu olmayacak şekilde iyi yapılmış plan ve gözlem ile temellendiren, kendi artılarının yanı sıra muhaliflerinin eksilerini de görüp değerlendirebilen, meşru veya gayrı meşru yöntemler sayesinde, muhaliflerini bertaraf etmiş, nevi şahsına münhasır bir lider olarak, İslam Tarihindeki yerini almıştır!

Muaviye; Akıl bir ölçektir; üçte biri meseleleri kavrayabilme kabiliyeti, üçte ikisi de, bazen hataları görmezden gelebilme becerisidir! Akıllı kişi, sonunda girdiğine pişman olacağı hiçbir işe bulaşmayandır! İnsanların en sabırlısı da; görüşleri, fikirleri ve kanaatleri, duygularına, arzularına ve heveslerine galip gelen kişidir, diyor!

Yeni Dönemde; Ehliyet – Liyakat ve Adalet -4-


Ehliyet ve Liyakat, bir kişinin, kendisine iş verilmeye uygunluk durumu, olarak tanımlanıyor! Yeterlilik ilkesi olarak da adlandırabileceğimiz ehliyet ve liyakat, verilen görevi başarı ile yapabilme yetisi şeklinde de ifade edilmektedir!

Ehliyet ve Liyakat, toplumda hak edenlerin devlet kademesinde yer bulması, hem kamu ve hem özel sektörde idare erkinin, kayırma olmadan, bilgi, başarı, ehliyet ve yetenek kıstaslarına göre şekillenmesine olanak tanımaktadır!

Ehliyet ve Liyakat ilkesinin tesisi, şeffaflık sisteminin sağlıklı işleyişi için atılması gereken adımların başında gelmektedir! Liyakat ölçütleri sağlandığı sürece yolsuzluk, usulsüzlük ve kayırmacılık gibi suçlarla baş edebilmek mümkündür!

Ehliyet ve Liyakat sahibi kişiler, devletin çeşitli kademelerinde yer almasının sağlanması adına, ilk işe alımlarda, ehliyet ve liyakat dışı uygulamaların önünün kesilmesi gerekir!

Kamu hizmetlerinin aksamadan yürütülmesi için devlet memuru, verimli bir işleyişi sağlayacak; nitelik, ehliyet ve liyakatte olması, şarttır!

Anayasa’nın 70. maddesine göre, her birey, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir! Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği ehliyet, liyakat ve niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez!
Kamu yönetiminde personel rejiminin sağlıklı ve istikrarlı olarak sevk ve idare edilmesinde en önemli mekanizmalardan biridir! Kamu personel sistemini düzenleyen 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 3. maddesi ile düzenlenmiştir!

Anayasa ve kanunda liyakat sistemine dair doğrudan açıklamalar bulunmasına rağmen bu durum, istenilen ölçüde uygulamaya geçirilmediği, kamu personeli atamalarında soy, sop, nesep, birinin yakını, oğlu veya kızı olmak ve siyasal kayırmacılığın liyakat üzerinde hâkimiyet kurduğu görülmektedir!

Tabii ki, siyasal kayırmacılık ya da nepotizm, kamu personel sistemi üzerindeki etkisi, vatandaşlara verilen hizmeti olumsuz yönde etkilemektedir!

Adalet, hakkaniyet ve toplumda ki sosyal barış için atamalar ve görev yeri değişiklikleri, ehliyet ve liyakat ilkelerine göre gerçekleştirilmeli ve şeffaf olunmalıdır!

Bir gün, beyler, Sultan Mahmut’a; Ayaz denilen, kölenin ne marifeti var ki, siz ona otuz kişinin maaşı kadar maaş ödüyorsun, dediler! Sultan Mahmut, bu soruya o anda cevap vermez! Birkaç gün sonra beylerini alarak ava çıkar! Yolda bir kervan görürler! Sultan Mahmut, beylerden birine; Git sor bakalım, bu kervan nereden geliyor, der! Bey, atını sürerek gider, birkaç dakika içinde geriye döner! Efendim, kervan Rey şehrinden geliyor, der! Sultan Mahmut; Peki, nereye gidiyormuş, diye sorunca, bey, susup kalır! Bunun üzerine, Sultan Mahmut, başka birini gönderir! O da gidip gelir!. Efendim, Yemen’e gidiyormuş, der! Padişah; Yükü neymiş, deyince o da susar! Bu defa padişah, başka bir beye; Sen de git yükünü öğren, der! Bey gider ve gelir! Her cins mal var fakat çoğu Rey kâseleri, der! Padişah; Peki, kervan ne zaman yola çıkmış, diye sorunca bey cevap veremez! Padişah, böyle tam otuz beyi gönderir, otuzu da istenen bilgileri tam olarak getiremez! Padişah, son olarak Ayaz’ı çağırır; Ayaz, git bak bakalım, şu kervan nereden geliyor, der! Ayaz; Efendim, kervan görünür görünmez, sizin merak edeceğinizi tahmin ederek gidip gerekenleri öğrendim! Kervan, Rey’den gelip Yemen’e gidiyor, yükü şudur, şu kadar at, şu kadar deveden oluşuyor, şu kadar insan var, diye kervan hakkında ayrıntılı bilgi verir! Bütün bunları beyler ağzı açık dinler! Ayaz, tek başına OTUZ beyin edinemediği bilgiyi edinmiştir!

Padişah, beylerine döner; Ayaz’a neden otuz kişinin ücretine denk ücret verdiğimi anladınız mı? Görüyorsunuz ki, bu bile onun hizmetine karşılık az geliyor! Böylece Ayaz’ı çekemeyerek, aleyhinde konuşan beyler utanıp yaptıklarına pişman olur!

Hz. Mevlana; toplumda sosyal barışın, adaletin, huzurun sağlanması ancak ehliyet ve liyakate önem verilmesi, ehliyet ve liyakat sahibi insanların iş başına getirilmesiyle mümkün olabilecektir! Ehliyet ve liyakate bakılmaksızın işlerin yürütülmeye çalışılması halinde ise toplumsal düzenin işleyişinde aksaklıklar ortaya çıkacak ve sosyal düzen bozulacak, kaosa ve karmaşaya zemin hazırlayacaktır, buyurmaktadır!

Mezkur açıklamalar ve bürokraside ki tüm yaşananlar çerçevesinde; 2053 ve 2071 vizyonu; Nizam- Alem ve Kızıl Elma hedefleri, Büyük ve Güçlü Türk Devleti, Türk ve Türkiye Yüzyılı çerçevesinde; ” Türkiye Liyakat Kurumu ” adı altında, bir kurum ve yapılanmanın kurulması gerektiği, acil ve ivedi bir şekilde, gerek ve yeter şart olarak görülmektedir!

Yine aynı minvalde, ülkemizde, son dönemde siyaset ve siyasi kaynaklı, şahit olduklarımız çerçevesinde, acil ve ivedi olarak; ” Siyasi Etik Yasası ” çıkarılmalıdır!

Yeni Dönemde; Ehliyet – Liyakat ve Adalet -3-

Ehliyet, Liyakat, Adalet, Hakkaniyet ve Nizam, devletin temelidir! Bunlar olmadan devlet, varlığını belki bir dönem fakat ilelebet devam ettiremez!

Türk; Adalet dağıtan ve Hakikat ehli demektir! Adaletin olmadığı durumlarda zulüm var demektir! Zulüm ile ABAD olunamaz! Kısa bir süre için abad olduğunuzu zannedersiniz!

Adaletin olmadığı toplumlarda, sosyal kaos ve karmaşa hakim olur! Adaleti temsil eden devlet memurları, hem işlerinde vatandaşa ve hem de emrindeki çalışanlara karşı adaletle hükmetmelidir!

Devletin dini adalet, adaleti olmayan devlet dinsizdir! Din adına ve hem de Müslim olduğunu iddia edenler; EHLİYET – LİYAKAT – ADALET ve HAKİKATE mugayir işler ve davranışlar sergileyecek! Peki, bu Zulüm olarak kabul edilebilir mi?

NizamülMülk; İşinin ehli ve gayretkeş, liyakatli ve takdire şayan, tecrübeli nice kişi atıl bırakılarak bir köşeye atılmıştır! Ne idüğü belirsiz, usul erkân bilmez, kör cahiller nice vazifeyi uhdesine almıştır!. İşinin erbabı, soylu soplu, eline beline diline sahip, özellikle devlete makbul hizmetleri geçmiş, yararlıklar göstermiş ve dirayetli kimselerin bir kenarda işsiz güçsüz durması akla ziyandır, diyor!

Nizamülmülk, Din ve dünya işlerinin uyumlu yürümesi için herkesi liyakatlerince istihdam etmeleri, herkese yeterliliği ölçüşünce iş buyurmaları gerektiğini ortaya koymuştur! Devlette, liyakat ilkesinin varlığı yalnızca padişahın bu ilke çerçevesinde görevlendirme yapmasına bağlı değildir! Aynı zamanda bu görevlendirmelerin takibe alınması da büyük önem taşımaktadır! Çünkü Padişahın ve memleketin esenlik, barış ve huzuru yahut kaos ve kargaşası onlara bağlıdır, diyor!
NizamülMülk; İşinin ehli kişi, şayet işi tevdi ettiğim görevi almakta tereddüt ya da reddederse, cebren bu vazifeyi ona yüklerdim! Böylece hem mala ziyan gelmemiş hem reayanın huzuru muhafaza edilmiş olur, diyor!

Hadis-i şeriflerde; İşinin ehli olmayana, layık olmayana, İş ve görev tevdi edildiği, verildiği zaman, kıyameti bekleyiniz! Emanet zayi edildiğinde kıyametin kopmasını bekleyin, buyrulur!

Ya Resulallah, emanetin zayi edilmesi nasıl olur, denince; Görev ehlinden başkasına verildiği zaman kıyameti bekleyin, buyurmuştur!

Emanete riayet edilmezse, zekât zorla verilirse, ilim, dine hizmet için değil de, para ve makam için öğrenilirse!. Fasık ve ehil olmayanlar işbaşına getirilirse! Kötülüğünden korkup zalime hürmet edilirse, o zaman çeşitli belaya maruz kalırlar!

Hz. Mevlana; Adalet, bir şeyi yerli yerine koymaktır! Adalet, ağaçlara su vermektir!. Adalet, bir nimeti yerine koymaktır! Yani hakkı hak sahibine vermektir!. Adaletsizlik ve Zulüm, dikene su vermektir! Adaletsizlik ve Zulüm, Bir şeyi layık olmayana vermek ve bir şeyi konmaması gereken yere koymaktır! Adalet ve Zulüm, hakkı hak sahibine vermemektir! Bu hal de sadece belaya ve felakete kaynak olur, buyurmaktadır!

Mekke’nin Fethinden önce Mekke’nin anahtarı Osman Bin Talha’dadır!. Kendisi Kâbe’nin temizliğini ve bakımını yapar! Bu esnada Osman Bin Talha Müslüman değildir! Peygamberimiz (asm) içeri girmek istediğinde; Hz. Ali anahtarı ondan alır ve içeri girerler! Peygamberimizin (asm) amcası Hz. Abbas Kâbe’nin anahtarının kendisine verilmesini rica eder!

Peygamberimiz (asm) anahtarı amcasına verir!. O esnada bir ayet iner!. Ayette şöyle buyrulur! Allah Teala size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar ( bizden mi diye sormadan) arasında hükmettiğiniz vakit ADALETLE hükmetmenizi emreder! (Nisa – 58)

Peygamberimiz (sas); Ey Osman! İşte Kabe’nin anahtarı! Bu gün iyilik ve vefa günüdür!. Sen cahiliye zamanında bu vazifeyi layıkıyla yaptın, inanıyorum ki şimdi daha güzel şekilde yaparsın, buyurdular ve anahtarı herkesin huzurunda ona teslim etmiştir!

Hz. Peygamber (sav) efendimizin bu büyüklüğünü, EHLİYET – LİYAKAT ve ADALET – HAKKANİYET ilkesine bağlılığını gören, Osman Bin Talha, hemen Müslüman olur!
Peki, bugünün Müslümanlarını, görüp de, Müslüman olan bir kişi var mıdır, acaba?

Yeni Dönemde; Ehliyet – Liyakat ve Adalet -2-


14 ve 28 Mayıs 2023 tarihinde ki seçimler sonucunda, TBMM’de, millet vekilleri ve Cumhurbaşkanı yemin etmesi ile göreve başlamaları, yeni kabinenin de, Cumhurbaşkanı tarafından paylaşılması akabinde; Kamuoyunda, Ehliyet ve Liyakat, Adalet ve Hakkaniyet temelli, YENİ bir DÖNEM olması arzu edilmektedir!

Toplumsal barış ve huzurun temini için kamu kurumlarına personel alımı; adalet, ehliyet ve liyakat ilkesi ve özellikle kamuda, toplum adına iş yapanların bu konularda daha dikkatli olması gerektiğine şahit oluyoruz! Neden acaba?

Ehliyet ve Liyakat, iş yapmaya uygunluk ve yararlılık durumudur! İş başına getirilen yönetici işi ile ilgili bilgi ve kabiliyete sahip olması gerekir!

Devlet kademesinde ki tüm atamalarda, ehliyetsizlik ve liyakatsizlik, torpil ve nepotizm almış başını gitmekte midir! Ya da böyle gelmiş ve böyle de devam edecek midir?

Ebu Hureyre (ra), İş ehil olmayana verildiğinde kıyameti bekle, diyor! Her kim adaylar arasında, bilgisi ve hizmeti ile ehil bir kişi varken onu değil de, güç ve iktidar sahiplerine yakın, bilgi ve tecrübe olarak daha aşağı seviyede ve ehil olmayanı göreve getirecek olursa; Allah’a, Peygamberine ve Müminlere ihanet etmiş olur!

Hz. Ömer (ra), bir vali, bir yönetici ya da bir bürokrat atayacağı zaman, ilk önce o kişinin göreve gelmeden önceki tüm malını saydırır ve kayıt altına aldırır! Görevden sonra da mallarını tekrar gözden geçirir, aşırı bir servet birikimi ya da şüpheli bir durum varsa, bürokratın mallarına el koydurup hazineye aktarırmış!

Hz. Öme (ra), bir gün vali ya da bürokrat olmayan Ebu Bekre’nin bir kısım mallarına el koydurmuş ve hazineye aktarmıştır! Ebu Bekre bu durumu öğrenince itiraz etmiş ve ben vali ya da bürokrat değilim! Benim mallarıma neden el koydun ey Ömer, diyor! Hz. Ömer (ra), Evet sen bürokrat değilsin fakat senin kardeşin beytülmalden sorumlu bürokrat! O, sana borç para veriyor ve sen de bununla ticaret yapıp servet biriktiriyorsun! Eğer kardeşin bu görevde olmasaydı, sen bu serveti nasıl biriktirecektin! Senin mallarına da bu yüzden el koydum, demiştir!

Hz. Ömer (ra), kamuda akraba kayırmacılığı bir yöneticinin yapabileceği en büyük ihanet ve hainlik olarak görmüştür! Küfe Valiliği için istişare ederken yanındakilerden birisi, bu makama Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ı teklif eder! Hz. Ömer (ra) adama dönüp, Allah senin canını alsın! Bilmiyor musun ki, kim daha layık biri olduğu halde bir işe akrabasını ve yakınını tayin ederse; Allah’a, Resulüne ve bütün Müslümanlara ihanet etmiş olur, dedi!

Hz. Ömer (ra), atadığı yöneticilerin halka tepeden bakması ve onlara zulmetmesine asla müsamaha göstermez! Ben yöneticileri, halka zulmetsinler, malını gasp etsinler ve namusuna göz diksinler, diye yollamıyorum! Kimin başına böyle bir şey gelirse muhakkak bana müracaat etsin! Eğer bir yanlış görür de uyarmazsanız vallahi siz de hayır yoktur! Yok, siz uyarır ve ben sizi dinlemezsem vallahi o zaman ben de hayır yoktur!

Hz. Peygamber (sav), Ebu Zer (ra) ilgili, şu gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur, buyurmuştur! Ancak; Hz. Peygamber (sav)’den idarecilik görevi isteyen Ebû Zer el-Gıfari’ye; Sen güçsüzsün; bu iş / idarecilik emanettir! Emanet / idarecilik, üstesinden gelemeyen kimse için kıyamet gününde zillet ve perişanlık doğurur, buyurmuş ve yönetici olma isteğini kabul etmemiştir!

Yönetici ve idareciler için adalet, ehliyet, liyakat, kabiliyet, bilgi, dürüstlük ve özellikle güvenirlilik ve hesap verebilirlik, olmazsa olmazlar arasındadır!

Bir siyasinin akrabası, yakını ve torpili olması, kamu kurumunda hem iş bulmak ve hem de idareci olmak için yeterli olmamalıdır!

Emanet ve Adalet! Emanet ehline verildiği ve adalete riayet edildiği müddetçe toplumda huzur ve barış sağlanmış, ihanet ve haksızlıklar ise huzursuzlukların, kavgaların, servet ve neslin helâk olmasının baş sebepleri arasında yer almıştır!

Adalet, eşitlik ve dengeyi sağlamak demektir! Tabii ki akabinde de toplumsal huzur ve barış!

İnsanların haklarını yiyenler, kendilerini karşıdakilerden üstün, seçkin ve güçlü görerek yapar!

Denge, hakkaniyet ve adaletin olmadığı toplumlarda, elbette ki sosyal barış ve huzur ortamı olmaz, sosyal karmaşa – kargaşa ve kaos hakim olacaktır!

Peki, böyle bir duruma sebebiyet veren ve Müslüman olduğunu da iddia edenler, Devlet nizamına, Allah ve Resulüne, ihanet etmiş olur mu?

Sonsuz Hikmet sahibi Yüce Allah, Nisa suresi 58. ayetinde; Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder! Allah size ne güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir, buyurmaktadır!

Yeni Dönemde; Ehliyet – Liyakat ve Adalet!

14 ve 28 Mayıs tarihinde ki; TBMM Millet Vekili ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri akabinde, yirmi bir yıllık bir iktidara, 85 milyon vatandaşımızın, ekonomik – siyasi ve sosyal istikrar adına, yeniden güven tazelemesi, bürokraside, yeni dönemde; metal ve mental yorulma, ehliyetsiz ve liyakatsiz atamalar konusunda, kamuoyunda bir iyileştirme olabileceği konusunda bir kanaat oluşmuştur!

28 Mayıs 2023 tarihinde ki; 2. tur Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Cumhurbaşkanı seçilen Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve yeni açıklayacağı Bakanlar Kuruluna ve 14 Mayıs tarihinde, 28. dönem TBMM’ye seçilen tüm Millet Vekillerini Tebrik eder, Hayırlı olmasını dilerim!

Kamuoyu; 21 Yıllık iktidarın Yeni Döneminde; Bürokraside ki, tüm atamalarda; çok daha hassas davranılmasını! Bürokrasinin en üstünden en altına kadar ehliyet ve liyakat gözetilmesini! Kifayetsiz muhterislere fırsat tanınmamasını! Kerâmeti kendinden menkul isimlere makam teslim edilmemesini ve birtakım ailelerin kadrolaşmasına göz yumulmamasını, beklemektedir!

Kamuoyu; 21 Yıllık iktidarın Yeni Döneminde; Bürokraside ki, yolsuzluk iddialarının ciddiye alınmasını, iddia ve iftiralarla yıpranmış isimlerin dinlendirilmesini de, beklemektedir!

Devlet ve Toplum hayatında, olmaz ise olmaz, adalet, kavramıdır! Adalet, toplumda; güveni, sosyal barışı ve huzuru da beraberinde getirecektir! Aksi halde, sosyal adalet ve toplumsal barış temin edilemez!

Toplumsal Barışın olmadığı toplumlarda, kaos hakim olacağına göre! Doğa, boşluğu da kabul etmeyeceğine göre!

Adalet; mahkemelerde veya hukuk önünde aranmaz! Adalet, bir toplumda, sınava giren tüm kişilerin eşit şartlarda yarışması! Yine devlette görev almak isteyen bireylerin aynı kural ve yasalara tabi olması demektir!

Ehliyetsiz ve Liyakatsiz kayırmalı ya da ayrıcalıklı kadrolar ve özellikle de belediyelerdeki nama yazılı ihalelere, artık son verilmeli!

İnsanların, toplum içinde birlik ve beraberlik içinde yaşaması, barış ve huzurun sağlanması, birbirlerine olan sevgi ve saygısı, hoşgörü ve adalet ilkesi, merhamet, ifade özgürlüğü ve hürriyet telakkisi ile sağlanır!

Devlet, her vatandaşına, geçim güvencesi, sağlık, eğitim, güvenlik, ehliyet ve liyakate uygun iş ve meslek, makam ve mevki gibi temel hak ve ihtiyaçlarını sağlamakla yükümlüdür!

Toplumsal barış; toplumu bir arada tutan yapı taşlarının arasındaki manevi harçlarla sımsıkı birbirine tutulur! Bu da toplumda, ahlaki ve hukuki değerlerin yaşatılması, insani değerlerin yüceltilmesi ile sağlanır!

Toplumsal barış kültürünün varlığı, toplumsal yapıların içinde var olan farklı grupların, ihtiyaç ve beklentilerinin, tüm ilişkiler üzerinden karşılanıyor olması anlamına gelmektedir!

Toplumsal barış için sosyal adaletin inşa edilmesi gerekir! Toplumun her üyesinin aynı temel haklara ve korumaya, fırsata, yükümlülüklere ve sosyal olanaklara sahip olduğu koşullara işaret eden bir adalet türüdür!

Sosyal adalet; toplum içinde yaşayan tüm fertlerin, insan olmak sıfatıyla sahip bulundukları her türlü sosyal ve ekonomik, siyasi hak ve özgürlüklerin eşitliğini temin ve emniyetini sağlamaktır!

Adalet, mülkün temelidir! Adalet güneşi batarsa, insanlar için yeryüzünde yaşamanın anlamı kalmayacaktır!

Devlet, yalnız adalet ile sonsuzlaşır ve adaletsizlikle yıkılır! Neymiş efendim! Fakire ekmek yoksa zengine huzur yoktur! Peki, fakirin ekmeğini, zenginler, doğrudan, devlet gücü ile çalıyorsa!

Ehliyet, Liyakat ve Adalet, birbiri ile bağlantılıdır! Ehliyet, Liyakat ve Adalet; toplumsal güven, sosyal barış ve toplumsal huzuru da beraberinde getirecektir!

Devlet, adalet ile yönetilir! Devlet yönetim sistematiğinde; Ehliyet ve Liyakat, sıradan ve öylesine bir kavram değildir! Ehliyet ve Liyakat için öncelikle eğitim gerekir!

Peki, kendi adamımız şeklinde, ehliyet ve liyakat olmadan, yapılan üst düzey atamalara, yeni dönemde son verilecek midir!

İş; ehline verilecek! İş, ehline verilmediği dönemlerde ise kıyameti bekleyeceğiz! Peki, bu kıyamet, kimin ya da kimlerin kıyameti olmalı?

Hz. Ömer (ra); Bilesin ki; Ben, Nuşirevan’dan daha az ADİL değilim!

Hz. Peygamber (sav) efendimiz; Ben ADİL bir sultanın devrinde doğdum,

buyurmaktadır! Neden acaba?

HAYIR Bildiklerimizde ŞER olabilir -2-

İnsan ve öncelikle iman ehli bir müminin hayatı, özellikle çevresindeki gelişmeler ve olaylar hakkında, hak ve batıl, doğru ve yanlış arasındaki seçimler, tercihler, imtihan ve bu seçimler sonucundaki yaşadıkları ve tepkileri ile çerçevelidir!

Her seçiş ve seçim, bir vazgeçiş olduğuna göre! Makam – Mevki – İhale – Rant ve Dünyalıklar uğruna; Neleri seçtiğimiz ve nelerden de, vazgeçtiğimiz mühimdir!

Sonsuz Hikmet Sahibi Yüce Allah; Şura Suresi 20. Ayetinde; Her kim ahiret ekinini (hayatını) dilerse onun için ekininde (hayatını) ziyadelik vücuda getiririz ve her kim dünya ekinini (hayatını) dilerse ona da ondan veririz. Onun için ahirette bir nasip yoktur, buyurmaktadır!

İnsan ve iman ehli mümin zevk, sefa ve sadece dünya hayatını yaşaması için mi yaratılmıştır?! Tabii ki Hayır! Yaratılış, yaşadıklarımız ve imtihan yani tercihler ve seçimlerimiz!

Mümin için imtihan ve sıkıntı olmadan, dünya hayatının bir anlamı da olmayacaktır! Bir insanın seçimleri, özellikle de doğru kararlar alabilmesi için okuması, araştırması ve akletmesi, emredilmektedir!

İnsan olmak, İman etmek, Mümin olmak, seçimler yapmak ve imtihan! Aksi halde Sonsuz Yaratıcı; insanı, esfeli safilin derekesine, düşer buyurmaktadır!

İman ehli mümine muhatap olarak gelen Kuran-ı Kerim neden Furkan olarak isimlendirilmiştir?

Furkan kavram olarak; İmanı küfürden, ihlâsı riyadan, tevhidi şirkten, hakkı batıldan, doğruyu eğriden, hayrı şerden, iyiyi kötüden, helali haramdan, temizi habisten ayıran ve gerçekleri açıklayan demektir.

Kuran ve ilâhî kitapların tamamı furkandır; hakkı batıldan ayırır ve sadece gerçekleri açıklar. İnsanın Furkan yeteneğine sahip olabilmesi, öncelikle de iman ehli bir mümin, muttaki bir kul, her anında akletmesi, haramlardan arınması ve helal üzere bir hayat yaşaması; tefekkür, tezekkür ve tefehhüm sahibi olması gerekir.

Sonsuz Kudret Sahibi Allah; Ey müminler! Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, Allah sizi Furkan sahibi yapar, size iyi ile kötüyü ayırt edici bir akletme yetisi ve anlayış verir, bu gerçeğin ta kendisidir, buyurmaktadır.

Bir padişah ve veziri arasında geçen, bizlere de hayatımızın her anında imanı noktada örnek olmasını düşündüğüm, özellikle de bazı olay ve olgular karşısında ki tutum ve seçimlerimiz, hayrın içindeki şerri ve şerrin içindeki hayrı arayıp bulabilmek ve görebilmek, basiret ve feraset sahibi olabilmek adına bir hadiseyi ve bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Bir vezir, her hadise ve olay karşısında; “Her şeyde vardır bir hayır vardır” der, bu inanışın insan hayatı için çok önemli bir ilke olduğuna inanırmış. Bir gün padişahın kolunda dayanılmaz bir ağrı başlamış, tedavisi için her şey yapılmış, ülkenin bütün doktorları getirilmiş, her ilaç denenmiş ama ağrı bir türlü geçmemiş. Kolun kesilmesinden başka çare kalmamıştır. Doktorlar, hastalığın ve ağrının bütün vücudu sarmaması için kolun kesilmesine karar vermişler. Padişahın kolu kesilmiş, vezir, bütün bu olup bitenler karşısında; “Her şeyde vardır bir hayır” diyormuş.

Padişah vezirine: Ey vezir kolum kesildi, sen hâlâ “Her şeyde bir hayır var” diyorsun. Hayır, bunun neresinde! Vezir yine teslimiyetle, “Padişahım bunda da bir hayır var, “diyerek cevap vermiş. Padişah, vezirinin pişkinliğine artık dayanamamış. Büyük bir öfke ile vezirin zindana atılmasını emretmiş. Yıllar geçmiş, günlerden bir gün padişah âdeti olduğu üzere ava çıkmış. Çevresiyle birlikte yamyamlar tarafından yakalanmış. Yamyamlar büyükçe bir kazanı, yaktıkları ateş üzerine koymuşlar. Kazanda pişirilme sırası padişaha gelmiş. Padişahın kolunun bir hastalık sonucu kesildiğini öğrenen yamyamlar hastalıklı et yememek için onu serbest bırakmışlar.

Padişah saraya dönerken birden zindana attırdığı vezirini hatırlamış. Veziri: “Bunda da bir hayır var“ dememiş miydi? İşte kurtulmuştu. Hayır, gerçekleşmişti, kolu kesilmemiş olsaydı, yamyamlar onu bırakır mıydı? Yaptığına bin pişman olmuş, doğruca zindana gitmiş, vezirinden özür dilemiş. Haksızlık ettiğini söylemiş, ondan helâllik istemiş.

Vezir: Padişahım üzülmeyin, her şeyde bir hayır vardır. Benim zindana atılmamda da bir hayır var, siz beni zindana atmasaydınız ben de sizinle avda olacaktım. Yamyamların midesine girecektim; “Her şeyde bir hayır var efendimiz “ demiş.

İman, mümin, imtihan, sabır, hayır ve şer; düşünmek, akletmek, isabetli kararlar verebilmek ve tercihte bulanabilmek noktasında ki; ayetlere bakalım.

Sonsuz Kudret ve Hikmet Sahibi Yüce Allah, Kuran’ı Kerimde; Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Bu ayeti kerime Rabbimizin bizi imtihan ettiğini, belalara sabır ve nimetlere şükür yapıp yapmadığımızı denediğini bildiriyor. (Bakara-216)

Bir de Allah, iman edenleri arındırmak ve küfre sapanları mahvetmek için böyle yapar. Bu ayette imtihan amacının müminin imanını kuvvetlendirmek, kâfirin ise azabını arttırmak olduğu bildiriliyor. (Ali İmran -141)

Yoksa siz; Allah, içinizden cihat edenleri imtihan etmeden ve yine sabredenleri de imtihan etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? (Ali İmran -142)

And olsun, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah ’a ortak koşanlardan üzücü birçok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız bilin ki, bunlar, yapmaya değer ve azmi gerektiren işlerdendir, buyurmaktadır. (Ali imran -186)

HAYIR Bildiklerimizde ŞER olabilir!


Toplum ve birey olarak, okumadığımız ve derinlikli düşünme yeteneğimizi de geliştiremediğimiz için çevremizde gelişen olaylar hakkında çok çabuk karar veriyor ve hatalara düşebiliyoruz.

Kuranın ilk emri neden oku! Okumak ve düşünmek! Sonra da akletmek ve isabetli kararlar verebilmek! Akıl bir defa karar verdiği an düşünme ve araştırmaya son vermektedir.

Bir olay veya gelişme hakkında karar vermeden önce etraflıca araştırma yapmalı, olayın öncesi ve sonrasını, perde arkasındaki kişisel veya devlet zaviyesindeki gelişmeleri ve çıkarları da görebilmeliyiz.

Sonsuz Kudret sahibi Yüce Allah; Neden akletmiyorsunuz, Çok az düşünüyorsunuz, Ne zaman düşüneceksiniz gibi uyarı ve ikazları da bu çerçevededir.

Hz. Peygamber efendimiz, Müminin ferasetinden sakının buyururken ne demek istiyor?! Avam ve yığınlar boyutundan tabii ki olaylara ve gelişmelere bakılmaması gerektiğini emretmektedir!

Akıl, feraset, basiret, düşünmek sonra da olumlu, doğru ve isabetli tercihte bulunabilmek ve kararlar verebilmek! İnsan ve özellikle de iman ehli Müminler için İMTİHAN zaten bu değil midir?

Toplum olarak birbirimizi bu sebepten çok kolay bir şekilde yargılayabiliyor, tekfir ve kategorize edebiliyor, hatta çok çabuk yaftalayabiliyoruz! Farkında olmadan İmanı çerçeveden günaha giriyor ve hata yapıyoruz! Dönülmez ve çıkılmaz yollara sapıyoruz! Neden ve niçin?

Okumadığımız ve düşünmediğimiz için! Okumak ve araştırmak, tefekkür ve tezekkür etmek ne demektir?

Hz. Musa ( a.s.) ve Hz. Hızır ( a.s.) Yolculuğunda, yol arkadaşlığının önemi, hayır ve şer konumunda nerede durmamız gerektiğini, acil kararlar verilmemesini, insan beyni bir karar verdiği an düşünme, tezekkür ve tefekkür kabiliyetini de yitireceği zaviyesinden bugünün aciz insanı bizlere ne gibi ibret ve dersler vermektedir. Aksi halde, İmanı konumdan ve mümin olarak hata yapabiliriz!

Bir gün Hızır (as) ile Hz. Musa yolda giderken Hızır (as) Hz. Musa’ya: Artık seninle burada ayrılıyoruz. Çünkü sen benim yaptıklarıma dayanamazsın, demiş. Hz. Musa ise: Hayır ben seninle gelmek istiyorum, Söz veriyorum yaptıkların hakkında sana hiçbir şey sormayacağım, demiş.

Böylelikle yola çıkmışlar, biraz gittikten sonra karşılarına bir gemi çıkmış. Bu gemi yoksullara aitmiş. Hızır (as) bu gemide bir delik açmış. Hz. Musa bunu görünce: Sen ne yapıyorsun, şimdi bu insanlar nasıl gidecekler, bunu neden yaptın?, demiş. Hızır (a.s.) ise, hani bana bir şey sormayacaktın. Tamam, buraya kadar artık seninle ayrılıyoruz, demiş. Hz Musa bunu duyunca: Tamam bir daha ağzımı açmayacağım, demiş. Tekrar yola koyulmuşlar. Yolda giderlerken Hızır (as) bir çocuğu öldürmüş. Musa (a.s.) iyice hiddetlenmiş: Sen ne yapıyorsun, o daha çok küçük, onu neden öldürdün, demiş. Hızır (a.s.) yine: Hani bir şey sormayacaktın, artık bu kadar yeter, seninle yollarımız burada ayrılıyor, demiş. Hz. Musa tekrar özür dileyerek bir daha yapmayacağını söylemiş. Tekrar yola koyulmuşlar ve sonunda bir köye varmışlar. O köydeki kadınlardan su ve yiyecek bir şey istemişler. Fakat kadınlar Hızır (a.s.) ile Hz. Musa’yı kovmuşlar. Buna rağmen Hızır (a.s.) köyün tam çıkışındaki yıkılmak üzere olan bir duvarı onarmış.

Hz. Musa bunu görünce tekrar bağırmaya başlamış. Ve Hızır (a.s.): Tamam bu kadar yeter sana her şeyi anlatacağım ve seninle burada ayrılacağız. Gemiyi delmemin sebebi, ileride sağlam gemileri ele geçiren korsan gemisi vardı. Gemiyi deldim ki o korsanlar gemiyi sağlam diye ele geçirmesinler. Çocuğu öldürmenin sebebi o çocuk büyüyünce inkarcı, kafir bir çocuk olacaktı ve ailesine eziyetler edecekti. Bundan dolayı küçük yaşta öldürdüm ki büyüyünce böyle olmasın. Gelelim duvarı onarmaya! O duvarın altında iki yetim çocuğa bırakılan miras var. Bu duvar zamanla yıkılacak ve artık o arsayı ekin ekmek için kullanacaklar. Bu yüzden onardım ki çocuklar büyüyene kadar idare etsin, çocuklar büyüyünce mallarını alsınlar.

Başımıza bir sıkıntı veya çok istediğimiz bir şey olmadığı vakit üzülmeyip, Rabbimizin bizim için yaptığı güzel planlar olduğunu düşünmeliyiz. Her şeyde vardır bir hayır deyip, Rabbimize tevekkül etmeli, Sonsuz Yüce Kudrete teslim olmalı ve sabretmeliyiz.

Her hayrın içinde bir şer, Her şerrin içinde bir hayır vardır demeli ve ümidimizi de yitirmemeliyiz. İman ehlince malum olduğu üzere; Mümin, ÜMİT ve KORKU arasındadır!

İman ve Ümit birlikte yürür! İnkar ehlinde ümit kesinlikle olamaz! Çünkü sıkıntılar ve dünya kalıcı değil, geçicidir. Halbuki olayların ve gelişmelerin bizim bilmediğimiz nice hikmetleri ve arka planları vardır. Bunu ancak Allah (cc) bilir.

Bize düşen ye’se kapılmadan, vardır bunda bir hayır diyerek Sonsuz Kudret Sahibi Yüce Allah’a teslim olmaktır. Böyle yapmadığımız takdirde, hem Allah’a isyan etmiş, hem de kendimize imanı zaviye ve fiziksel olarak da zarar vermiş oluruz.

Sonsuz Kudret Sahibi Yüce Allah; Akletmeyecek misiniz – Çok az Tefekkür ve Tezekkür ediyorsunuz; emir ve buyruğunda olduğu gibi yaşadığımız tüm olay – olgu – gelişmeler ve tercihlerimiz arasında ki; ŞERRİN içinde ki HAYRI ve HAYRIN içinde ki ŞERRİ, görebilecek, anlayabilecek, yorumlayabilecek ve idrak edebilecek; Basiret ve Feraset vermesini dilerim!

Aksi halde, Dolapçı Beygiri ve Mayın Eşeği gibi oradan oraya savrulur ve bocalar durur! Hata üstüne hata yapar! Hem dünya ve hem de ahiretimizi hüsrana uğratabiliriz!