Gönüllere Girmek mi?

AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan,  2019 seçimlerine vurgu yaparak, bölgemizdeki vekâlet ve paylaşım savaşlarının olduğu bir dönemde,   AK Parti teşkilatlarındaki bir yorgunluk ve metal yorgunluğundan şikâyetlerini sürekli olarak dile getirmektedir. Paylaşım savaşlarının olduğu bir dönemde yol arkadaşlarının önemine vurgu mu yapmaktadır? Sayın Cumhurbaşkanı neden bu kadar rahatsız olabilir ki? Bölgemizin yeniden 100 yıl önce olduğu gibi parça parça olmaması için olabilir mi? Teşkilatlar bu savaşların ve serzenişlerin farkında değiller mi? Teşkilatlar da böyle gelmiş ve böyle gider mantığında mıdır? Sayın Cumhurbaşkanı böyle gelmiş ve böyle de gidecek noktasında bulunan teşkilatlardan rahatsızlığını mı bizlere neden hatırlatmaktadır? Değişimin gerek şart olduğunu vurgulamaktadır. Teşkilatlar 2019 seçimlerinin çok zor olacağını halen idrak edememiş olabilirler mi? Teşkilatlar mazlum milletlerin umudu olan bu milletin ve liderinin idrakinde mi değiller ki? Bilemiyorum! Anlayamıyorum!

AK Parti Genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan,  ‘’Asıl imtihanımız 2019 Kasımında yapılacak seçimler olacaktır. Teşkilatlarımızın bir kısmında metal yorgunluğu emareleri gördüğümü çeşitli defalar dile getirdim. Teşkilatlarımızda kapsamlı değişim yapmak zorundayız. Genel başkan olarak bu konuda kararlıyım. Milletimizin bizden beklentilerini karşılayabilecek donanıma sahip arkadaşlarımızla yolumuza devam ediyoruz. Koltuklara getireceğimiz arkadaşların isimleri değil, o isimlerin acaba, halkla iletişimi nasıl; Asıl olan budur. Devleti biz yönetiyoruz, hükümetimiz ben de Cumhurbaşkanı olarak bir gayretin içindeyiz ancak, istediğimiz kadar yollar yapalım, havalimanları yapalım, enerjide rekorlar kıralım, bütün bunlar eğitimde, sağlıkta bu yatırımları Cumhuriyet tarihinde hiçbir iktidar yapmadı, peki yeterli mi? Hayır!  Bunların hepsi gerekli ama yeterli olan milletimizin gönüllerini kazanmaktır. AK Partililer olarak sapasağlam durmamız gerekiyor. Bencillik batağında çırpınan defolu kişilerle böyle zorlu bir mücadeleyi yürütemeyiz. Teşkilatımızda başlatacağımız değişimi sıkı tutmak durumundayız. Hiçbir kardeşimizi de ‘sen kenarda dur’ diyemeyiz. Çalışacak kim olursa olsun hepsine kapımızı açacağız. Bu kapı şu anda görev mahallinde olanlara ait kusura bakmayın bir kapı değildir. Kapımız hep açık olacak, çünkü bu kapı gönül kapısıdır. Gönül kapısı gönül koymaya gelmez…  AK Parti kadrolarında görev alacakların şu bakanın, bu grubun değil davanın adamı olması şarttır. Davası olmayan, milletimizin tamamını kucaklamayan hiç kimse AK Parti’de yöneticilik yapamaz. 15–25 yılın öncesinin siyaset baronların tarzıyla AK Parti’de etkinlik kurmaya çalışan herkes karşısında bu kardeşinizi bulur’ ifadelerinin mazlum ve mağdur milletlerin umudu olan yeni Türkiye’nin inşası yolunda ki bir işaret fişekleri olduğunu da düşünüyorum. Ya Yeni Türkiye’yi hep birlikte kurarız, ya da bölgesinde ve Dünya ölçeğinde iddiası olmayan, sıradan bir devlet ve millet olarak kalmaya devam ederiz. Hangisi? Tercih de karar da bu milletindir! Tüm bu kaygılar ve dertler bunu içindir! Var olabilmek içindir! Yol olmamak içindir! İddiası olan bir devlet olabilmek içindir! Başkaca ne olabilir ki?

Sayın Cumhurbaşkanımız, hizmetlerin yapılmasının gerek şart olduğunu fakat olması gerekenin de asıl bu milletin gönlüne girebilmeyi de her daim vurgulamaktadır. Gönüllere girmek ne demektir? Gönüllere nasıl girilebilir ki? Teşkilatlar gönüllere girmekten ne anlıyor olabilirler ki? Sayın Cumhurbaşkanımız,  Türkiye’nin her bir bölgesinde ki, bir hastayı,  bir yolda kalmışı, bir gönlü kırıp vatandaşımızı sürekli olarak arayıp, halini hatırını sorar ve dualarını neden talep eder ki? Yıllardan beri randevu alınamayan başkan ve teşkilat yöneticilerine ne demek istiyor olabilirler ki? Ulaşılamayan,  erişilemeyen bir başkanlar ve teşkilatlarla nereye ve hangi hedefe varabilirsiniz ki? Vatandaşı bir kenara bırakın, böyle bir şey mümkün değil ve olamaz da,  şehirlerdeki büyük iş adamları dahi randevu alamazken, hangi gönle girmekten bahsedebiliriz ki? Vatandaşlarla iletişim kurmaktan korkan ve kaçan bir teşkilat ve başkanlarla hangi yeni Türkiye’yi kurabilirsiniz ki? Bölgemizde devam eden vekâlet ve paylaşım savaşlarının idrak edememiş, sadece ve sadece günlük komisyon, arsa,  ihale, makam – mevki ataması ve rantın peşindeki bir başkanlar ve teşkilatlarla hangi Yeni Türkiye’yi konuşabilir ve anlatabilirsiniz ki? Değişim olamadan bazı şeylerin olmasını beklemek ham hayal olur. Değişim için her bir birey ve vatandaş olarak da üzerimize düşen görevlerin idrakinde olmalıyız; Yeni Türkiye için… Mazlum Milletler Umudu için… 100yıl önce olduğu gibi parça parça olmamak için… BİR – BERABER – İRİ – DİRİ – KARDEŞ ve Hep Birlikte de TÜKİYE olabilmek için… Devlet ve Millet olarak; Başkaca bir yol ve tercihimiz de yoktur, şeklinde düşünüyorum.

Kişi; Dostunun Dini Üzeredir!

Geçtiğimiz günlerde  ‘Yol ve Yol arkadaşlığının’  önemine binaen bir yazı kaleme almıştım.  Bizim kültürümüzde,  yol ve yol arkadaşlığı gerçekten de çok mühimdir. Yol ve yol arkadaşlığı; Belirli bir ideal için, bir hedef için, bir dava için ve belirli bir makamda, bu devlete ve millete hizmet edebilmek, hayırlı – kalıcı hizmetlerde bulunabilmek için de çok manidardır. Yol ve yolculuk aslında her bir birey ve mümin için de çok özeldir. Bizim inancımıza göre, hedefi olmayan bir yol ve yolculuğun ne anlamı olabilir ki?  Sadece yollar boş kalmamış olur! Sadece yolları meşgul etmiş olursunuz! Bu yolları, devletine ve milletine hizmet etmeyi düşünen bireyler için sadece engel olabilirsiniz! Devletin ve milletin sadece zamanını, kaynaklarını ve enerjisini de heba etmiş olursunuz! Dünya sadece ve sadece oyun – oynaştan da ibaret de olmasa gerekir, diye düşünüyorum. Yol ve yol arkadaşlığının önemine binaen, konuya duyarlı dostlarımızdan, arayan ve mesaj atanlara da buradan teşekkürlerimi sunarım.

Yine geçtiğimiz günlerde, şehrimizde bulunan bir devlet üniversitemizle ilgili olarak, yüksek lisans ve doktora başvurularının,  neden internet üzerinden yapılıp yapılamadığı ile de bir yazı kaleme almıştım? Yetkililerden mezkûr sorunun neden bu boyutlarda olduğu ve çözümü hakkında bir açıklama beklerken, işitmediğimiz hakaret neredeyse kalmadı! Bir anlam da verememiştim, aslında! Ben ne yapmıştım ki? Nelerle karşılaşıyordum ki? Mezunu olduğum ve dünya üniversitesi olması gereken bir eğitim kurumunda ki kendi yaşamış olduğum bir sorunu sadece sosyal medya üzerinden paylaşım yapmıştım. Konunun muhatapları olduğunu iddia edilen; rektör danışmanı, akademisyen, idareci, yönetici, doçent ve profesörlerden oluşan bir grup tarafından, akla, izana, insanlığa, bir eğitimciye, bir akademisyene, bir doçent ve bir profesöre yakışmayacak türde ki ‘’haraç istediğimize, alçak olduğumuza ve de kuyruk acımızdan kaynaklı’’  olarak bu sorunu dile getirdiğimize, yazdığımıza kadar varan ifadelerle karşı karşıya kaldık. Allah’ım! Neydi günahım! Ben nerde yanlış yapmıştım ki! Sadece mesleğimiz gereği, yaşamış olduğumuz bir sorunu kaleme almıştım. Yazmayalım mı diyorsunuz yani! Sadece iyi şeyler mi yazalım! Hani eleştiri bizi geliştirirdi! Hani eğitimin ve gelişmenin temeli eleştiri kültürünü içselleştirebilmekti! Bu kavramı en iyi uygulaması gereken eğitim kurumu ve eğitimcilerin haline bir bakar mısınız? Hani kıyas ( benchmarking) olmadan bilim de olamaz, gelişme de olamaz diye yüksek öğrenim kurumlarında ki bu vb. akademisyenler tarafından da eğitim veriyordunuz! Ben mi yanlış biliyordum ki? Öyle değil mi yoksa!

Tüm bu yazdıklarımız ve yaşamış olduklarımız çerçevesinde, Sayın Rektör hocama sadece birkaç soru yöneltmek istiyorum.  Hocam; Bir akademisyene ve bir idareciye yakışmayacak, amele pazarı ağzı ile zikretmiş olduğumuz sorunun neden ve niçin hakkında bir açıklamayı zül kabul edip sadece saldırı, sadece hakaret ve sadece sataşmalarda bulunan yol ve hizmet arkadaşlarınızla mı bu kurumu dünya üniversitesi, bilim alanında sıralaması olan ve marka üniversite yapmayı düşünüyorsunuz? Benim haberim yok da bu üniversite dünya bilim sıralamalarında dereceler falan mı yaptı? Yine benim haberim yokken ülkemizde ki üniversiteler sıralamasında tercih vb. noktasında birinci mi geldi ki? Geçtiğimiz günlerde ülkemizde şu kadar sayıda hâkim ve savcı ataması yapıldı.  Ataması yapılanlar içinden, kaç kişi bu kurumdan mezun olmuş olabilir ki? Yine geçtiğimiz günlerde bir o kadar kaymakam adayı sınav sonuçları açıklandı ve ataması da yapıldı. Şu kadar bilmem kaç kişi bu kurumdan mezun diyebildik mi ki? Veya bu kurumdan mezun şu kadar dünya ve ülke sıralamasında olan gazeteci mi yetiştirebildik ki? Veya turizm sektöründe şu kadar yönetici ve turizm rehberi bizim kurumumuzun yetiştirdiği öğrencilerimiz diyebiliyor muyuz ki? Bir gazeteci olarak, bunların hiçbirisi hakkında bir bilgi ve açıklama duymadım da! Böyle bir veri var ise bunların açıklamasını, kamuoyunun da bilgilenmesini! Yoksa laf ola beri gele şeklinde bir yönetim şekli ve durumundan mı bahsediyoruz ki? İşiniz, bu yol arkadaşları ile gerçekten çok zor hocam! Sadece buradan sizlere dua etmek istiyorum! Allah yar ve yardımcınız olsun! İşlerinizi de kolay eylesin! Emeklerinizi de zayi etmesin! Âmin!

Eskiler ne güzel ifade buyurmuşlar; Arkadaşını söyle,  sana kim olduğunu söyleyeyim!  Hz. Peygamber efendimiz, arkadaş, yol, yolculuk ve yol arkadaşlığının önemine binaen şöyle buyurmuştur;  Kişi sevdiği ile beraberdir. Kim bir kavmi veya bir kişiyi ihlâsla severse, bu onların zümresindendir. Hatta onların amellerini yapmamış bile olsa, çünkü kalben yakınlık sabit olmuş olur.

Başka bir hadisi şerifte de Peygamber efendimiz yine şöyle buyurmuştur; İyi arkadaş ile kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın. İyi arkadaş misk satıcısına benzer, çünkü ondan dünyevi veya uhrevi bir fayda, bir nur bulaşacaktır. Hadis böyle kimselerle arkadaşlığa teşvik ettiği gibi, uzaktan yakından dünyevi veya uhrevi bir zarar dokunacak kimselerle de samimi dostluk, arkadaşlık etmemeyi istemiştir.

Yine bir başka hadisi şerifte ise; Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk – arkadaşlık, dava,  ülkesine – milletine ve devletine hizmet ve yol arkadaşlığı kuracağına dikkat etsin. (Ebu Davud)

Yol ve Yol Arkadaşlığı!

Bir yola çıkmadan önce bazı hazırlıklarımızın olması gerekir. Bu yolculuk;  Özelikle ve öncelikle de bir dava, bir hareket,  bir siyasi birliktelik, bir belediye başkanlığı,  bir milletvekilliği adaylığı,  bir rektör adaylığı vb. çalışmalara başlamadan yol arkadaşlarımızı iyi seçmek durumundayız.  Bu yol arkadaşlarımız;  Yoldaşlık ve dava arkadaşlığı ‘çıkar‘ üzerine tesis edilmez,   sadece ve sadece ‘güven ve vefa‘ üzerine tesis edilir.   Güven ve Vefa olmadan, dostluk ve yol arkadaşlığını da anlamak, anlatabilmek, anlamlandırmak, yorumlayabilmenin de, bizim kültürümüzde bir manası da yoktur, diye düşünüyorum. Günümüzde ki dava ve yol arkadaşlıklarına bir baktığımızda ise nelerle karşılamaktayız? Kadim kültürümüzden gelen dostluk, güven ve vefayı görebiliyor muyuz? Yoksa vefa gerçekten de İstanbul ilimizde bir semt adı olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini mi almaktadır? Peki, dostluk, dava arkadaşlığı ve vefa kavram ve uygulamaları,  böyle gelmiş böyle de devam mı etmelidir?  Yoksa bu gidişe bir dur demeyecek miyiz? Yarın bu ülke, bu millet ve bu vatan için, dostluk,  dava – yol arkadaşlığı ve vefa adına,  farkında olmadan yapmış olduğumuz hatalarımız ve yaptıklarımızdan kaynaklı olarak, bir dava ve bir yol arkadaşı bulamayacak noktaya gelebilir miyiz? Bunun vebalini taşıyabilecek miyiz? Değer mi ki dünyalık elde edebileceğimiz kazançlar için tüm bu kadim değerlerimizi ayaklar altına almaya! Değer mi ki!  Hiç sanmıyorum! Vakit geçince, kaybedince ancak anlayabileceğiz!

Dostluk, dava ve yol arkadaşlıkları,  üç şekilde değerlendirilebilir;  Umarak dost olmak,  Korkarak dost olmak,  Severek ve de gönülden inanarak dost olmak.  Dostlarımızdan bir şeyler umduğumuz, beklediğimiz için mi dostluk ve yol arkadaşlığı yapıyoruz?  Yoksa Korktuğumuz için mi dostluk ve arkadaşlık yapmaya devam ediyoruz?  Dostlar ve yol arkadaşları, karşılıklı ne bir beklenti içinde olur,  nede bir korku haleti ruhiyesi içine bürünürler. Sadece ve sadece yola, davaya ve de dostlarına olan güven ve inançlarıdır, onları burada ki birlikteliğe, yol arkadaşlığına vesile kılan. Peki, bizimle birlikte yola çıkan, tüm zahmetlerimize, sıkıntılarımıza katlanan dostlarımıza,  makam, mevki ve de güç elde edince neler yapıyoruz ki? Onları yolda bulduklarımıza mı tercih ediyoruz? Yoksa yola ve yolculuğumuza, ilk baştaki duygu ve düşüncelerle,  aynı samimiyet ve ihlasla devam edebiliyor muyuz? Aksi halde ise kaybedenlerden alabiliriz!

Bizim kültürümüzde Arkadaş kavramının da ayrı bir yeri ve önemi vardır. Arkadaş önümüzü görmek ve yolumuza da sağlam ve sağlıklı bir şekilde devam etmemiz için arkamızı sağlamlayan, sağlama aldığımız kişi, manalarına da gelmektedir.  O halde yolundan emin olanın yaptıklarına güvenenin o yolda karşılaştığı her şey yol arkadaşı olabilir. Önemli olan şey arkadaşlığının anlamını ve asaletini oluşturan şey yol olduğudur. Yani asıl olan yolun güvenilirliğidir. Yolda sağlam duruşumuzdur.  Her sorumluluğumuzu bir yolculuk olarak düşünmeliyiz. Bu sorumluluğumuzun yolculuğuna yolcu ile değil asıl yolun önemini kavramakla başlamalıyız.  Yolcunun niteliği ile yolu değerlendirenler yolun anlamını bilemeyenlerdir.  Yolcunun vefasızlığı karşısında yolu satanlar yolun anlamını bilemeyenlerdir. Yolcunun cömertliği ile yola ihanet edenler yolun anlamını bilemeyenlerdir. Yolcunun yol bilmezliği ile yolu sürekli eleştirenler yolun anlamını bilemeyenlerdir. Kısaca, Yolcu yoldan çıkınca yolsuzdur. Yoldan çıkan kendi adına yoldan çıkmıştır; Birlikte yola çıktığı insanı da yoldan çıkarmaz. Önemli alan çıkılan yolda sürekli olarak yolun değeri ve önemini değerlendirmektir.  Sonsuz Kudret Sahibi Yüce Allah; Yukarıda zikretmeye çalıştığımız, yol, yolcu ve yol arkadaşlığı kurallarına da uyabilmeyi bizlere nasip eylesin. Aksi halde, yolumuzu kaybederiz! Yolculuğu da anlayamayabiliriz! Yol arkadaşlarımızı da farkında olamadan yoldan çıkarır ve kaybedenlerden oluruz!  Allah muhafaza eylesin! ÂMİN!

Bizim kültürümüzde; Yol, yolculuk ve yol arkadaşlığı çok önemlidir.  Bir hedef için bir araya gelen, beraber yola çıktığımız ve yolculuk boyunca da beraber yürüdüğümüz insanları, bir müddet sonra ise yolda, yeni bulduğumuz arkadaşlar ile değiştirmeye başlıyoruz. Bunu nasıl açıklamak gerekir ki? Bir yerlerde, değerlerimize sahip çıkmak noktasından ve sosyal olarak da çözülmeler açısından bir yanlışlılar manzumesi de var gibi! Bireyler olarak neden ve nasıl bu konuma gelebildik? Tüm bu gelişmeler akabinde ise yol ve yolculuk, dava ve dava arkadaşlıklarında çözülmeler, güven bunalımları meydana gelmektedir.  Eskilerin ifadesi ile çok halis niyetlerle yola beraber çıktığımızda ki dostlarımızı, yolda bulduğumuz yeni arkadaşlar ile değişirsek, hem yolu, hem de ilk yola çıktığımız arkadaşlarımızı da kaybetmeye mecbur kalırız. Allah Korusun! Âmin!

Onlar, zarar vermeyeceklerinden emin oldukları için dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak içinde düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince de yıkılmaları mukadder oldu. (  Ebu Müslim Horasanı )

Sadece Bir Soru Sordum!

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye genelinde ki tüm Üniversiteler, Yüksek lisans ve doktora başvurularını açtı. Akademik kariyer ve alanında ihtisas yapmak –  uzmanlaşmak ve derinleşmek istedikleri alanlara, lisans mezunu öğrenciler,  başvurularını internet üzerinden ve şahsen kuruma gitmek suretiyle kayıtlarını yapmaya başladılar. Kendini geliştirmek ve alanında ülkesine de katkı sağlamayı düşünen tüm gençlerimize, öğrencilerimize başarılar dilerim. Bilim alanında çalışmak,  uzmanlaşmak ve derinleşmek sadece bir istek, arzu ve vatan sevgisi meselesidir. Her bir bireyi yüksek lisans ve doktora alanında istediğiniz kadar zorlayın, istek olmadığı müddetçe de bir gelişme sağlayamazsınız. Kendisini geliştirmek ve ülkesine de katkı sağlamayı düşünen,  yüksek lisans ve doktora yapmayı planlayan tüm gençlerimize de iş dünyası ve üniversite yöneticilerinin de destek olmaları gerektiğini düşünüyorum.

Şehrimizde bulunan iki adet devlet üniversitesinin, yüksek lisans ve doktora başvuru sistemlerini, yaşamış olduğumuz sıkıntılar çerçevesinde, sosyal medya üzerinden sadece ve sadece bir soru sormak suretiyle, mesleğimiz gereği eleştirdim. Eleştirimizden sonra aman Allah’ım! Hem de üniversite hocalarından ağza alınmayacak ifadeler; Bunlar eğitici!  Öğretici! Yol gösterici!  Bunu da mı yapmayalım? Küçük bir eleştiriye bile tahammülünüz yok! NE yazalım o zaman? Başarınızı da överiz başarısızlığı da söyleriz! Sadece övgü mü istiyorsunuz? Koşulsuz övgü öyle mi? Siz söyleyiniz efendim! Nedir bu ruh haliniz? Eleştiriye de mi tahammülünüz kalmadı? Hani eleştiri bizi geliştirirdi? Eleştiriyi kurumsal olarak eğitmesi, öğretmesi ve içselleştirmesi gereken bu akademik kişilikler üzerimize ahlaksızca saldırdı. Şaşırtıcıydı, komikti,  güldüm ama üniversitem adına  da çok üzüldüm çok.. Rektör basın danışmanı, iletişim hocaları,  dekanlar ve idarecilerden oluşan bir grup tarafından olmadık hakaretlere ve küfürlere maruz kaldık! Ben ne yapmıştım ki? Ne ettim de neler ile karşılaşıyordum ki?  Haraç istediğimize, alçak olduğumuza ve kuyruk acımızdan dolayı bunları yazdığımıza kadar varan hezeyanlar mı ararsınız; Seviye yerlerdeydi. Bir gazeteci ve bir iletişimci olarak, görmüş olduğumuz bir sorunu, bir sıkıntıyı kamuoyunun menfaatleri ve bilgilenmesi çerçevesinde, dile getirmenin, kaleme almanın veya sosyal medya üzerinden paylaşmamızın, kime ve kimlere zararı olmaktadır ki? Kimleri rahatsız etmekteyiz ki? İnanın hiçbir şey anlayamadım da! Anlayan bir dost var ise yardımcı olmasını da buradan talep ediyorum!

Sorumuzu kamuoyunun önünde, köşe yazımızda açık ve anlaşılabilir bir şekilde tekrar soralım ve sizler de şahit olunuz.  Türkiye genelinde ki tüm üniversitelerimiz ve özellikle de şehrimizde ki diğer bir devlet üniversitemiz, yüksek lisans ve doktora başvurularını,  öğrenci okula gitmeden, tüm evrakları taratmak suretiyle,  sisteme giriş yaptıktan sonra,  sistemin evrakları onaylaması ve daha sonra da bilim sınavı giriş kâğıdını da evinden, ofisinden veya internetin olduğu herhangi bir yerden çok rahat bir şekilde alabiliyordu. Evet, çok rahat bir şekilde bu işlemi öğrenci okula gitmeden, oturduğu yerden,  evinden yapabildi. Ben bu bizzat kendi çocuğumdan şahitlik ettim. Sorumuz çok net ve anlaşılır bir şekilde budur! Şehrimizde bulunan, diğer tüm üniversiteleri de bünyesinden çıkarmış,  tamamının da hamisi konumunda bulunan 42 yıllık köklü bir kurumun bilişim alt yapısı bu işlemlere neden izin vermiyor ki? Öğrenciler şu sıcakta yüzlerce km. tepmek suretiyle saatlerce de kuyruklarda bekletilmekle, ne ve neler kazanıyoruz ki?  Egomuzu mu tatmin ediyoruz, yoksa? Sorumuz budur! Anlaşılır olması için tekrar soralım! Böyle bir işlem dünyada ki ve ülkemizde ki diğer üniversitelerimizde yapılabiliyor mu, yapılamıyor mudur? Yapılabiliyorsa 42 yıllık köklü bir eğitim kurumu ve bilişim dairesinde ki 30 adet kadrolu bilişim mühendisinin olduğu bir kurum olarak biz neden başaramadık? Yapılamıyorsa da neden yapılamıyor, soruların bir cevabı olmalıdır, şu bilişim ve internet çağında, diye düşünüyorum! Konunun özeti, sadece ve sadece budur!

Yukarıda zikretmeye çalıştığımız sorular çerçevesinde,  sorularımızın muhatabı olan ve mezkûr eğitim kurumunda çalışan;  akademisyen, dekan, yönetici, rektör danışmanı ve doçent, profesör olduğunu iddia eden kimseler tarafından, hemen saldırıya geçilmesini, hakaretlere vardırmalarını,  acaba hangi ruh hali ile tasvir etmek gerekmektedir ki? Ben anlayamadım da! Şehrimizde bulunan psikolog ve sosyologlardan bu konu hakkında yardımlarını da talep ediyorum. Konu ile ilgili tüm etkili ve yetkililerden kamuoyunun aydınlatılması adına da bir açıklama tabii ki! Hakaret, küfür, aşağılama olmadan, bir eğitim kurumuna yakışır bir şekilde, bir akademisyene yaraşır şekilde ve medeni bir açıklama olmasını da talep ediyoruz! Buna da bir vatandaş olarak hakkımız olduğunu da düşünüyorum!

Basın; Kendini, Nereye Konumlandırıyor?

Dünya ve bölgemiz;  Küresel Güçler ve onların hizmetçileri konumunda ki dünyanın her bir köşesinde bulunan, özellikle de bizim bölgemizde ki taşeron ve işbirlikçileri maharetiyle yeniden bir dizayn, bölüşüm ve paylaşım savaşlarına şahit olmaktadır.  Acaba neden? İçeride Birbirimizle uğraşırken, Gerçekten de mutlu, mesut,   huzur ve refah içinde miyiz? Yoksa bir aymazlık halinde miyiz? Üzerimize doğru gelmekte olan çok büyük bir musibetin farkında değil miyiz? 100 yıl önce fark edemediğimiz gibi! 100 yıl önce de dedelerimiz içeride bir birileri ile uğraşırken, enerjimizi birbirimize karşı tüketmekle meşgul iken, küresel güçler ve onların işbirlikçileri eliyle kocaman bir imparatorluğun parçalanmasına sadece seyirci kalabildik! Bu gün faklı bir durumda mıyız?  Hiç zannetmiyorum! Bugün dünden dersler çıkarabildik mi? Bu gün neler yapmalıyız ki bu Devlet ve millet bir daha parçalanmasın! Halen birbirimizle uğraşmaya, bu ülke ve bölge üzerinde hesabı olanların sadece işini kolaylaştırmaktan başkaca yaptığımız bir şey yok! Bu asil millet bir daha zulümlerle karşı karşıya kalmasın! Peki, neler yapmalıyız!

İmparatorluk geleneği olan bu Devlet, her gün 18 yaşındadır ve hiç bir gün de bu yaşından ne ileriye bir gün alır, ne de geriye bir gün sayar! Bunu böyle bilir ve ona göre de kendimize çeki düzen verebilirsek, tüm paydaşlar daha fazla incinmez diye düşünüyorum.   Devletin en üst makamı ve devleti temsil eden bir kurum ve kişiye ayar vermeye mi çalışıyoruz? Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız; Devlet yönetiminde ki bütün erkler ve paydaşlar, devletin işleyişi açısından,  birbirine karşı sadece ve sadece kanunlar ve kurallar çerçevesinde saygılı olmalı ve her bir paydaşı temsil eden bireyler de haddini bilmelidir.

Müslümanların bir TV KANALI olsun ve BASIN Sektöründe de SESİ ve GÜCÜ olması için, Çok HALİS BİR NİYETLERLE, tüm KONYALIYA AİT olan; Konyalının Yardımları ve Paraları ile açılan bir KURUM..  Bu Şehirde ki Batan ve KÖTÜ bir ŞEKİLDE Yönetilen HOLDİNGLERDE olduğu gibi, ”’AİDİYET”’ Kültüründen, ”’SALTANAT Konumuna”’ ve ”’Devlete de ””AYAR – BALANS”” verir GÜCE, Nasıl ve Ne zaman gelebildik? Bu duruma kavramsal olarak da; ”’GÜÇ ZEHİRLENMESİ” mi, deniyordu!! Bilemiyorum ki!

15 Temmuz Karanlık Gece ve daha sonra ki süreçte, Bu Devlet ve Millete İHANET edenlere Karşı, CANLA Başla Mücadele eden bir VALİYİ   ”’Hizaya getirmeye, BALANS Ayarı vermeye veya bu şehirden göndermeye”’ mi çalışmak? Konya Protokolü, Milletvekilleri ve diğer bu Şehrin TÜM Yöneticileri bu gün değil de Ne zaman, DEVLETİNİN yanında olacak? Şu ana kadar her hangi bir beyanat veya bir Açıklama gören oldu mu? Ben göremedim de!

15 Temmuz 2016 KARANLIK ve UZUN GECE; Devletin ve Milletinin Yanında DİK bir DURUŞ Sergileyen ve Konya 3. ANA Jet Üssünden Bomba Yüklü Jetlerin Kalkmasını, Tüm Türkiye’de Bombalamalar Yapmayı Planlayanların, En BÜYÜK KORKUSU ve bu İnfiale de ENGEL olan bir ””VALİYE mi AYAR”’ vermeye, ””HİZAYA GETİRMEYE””  mi çalışıyoruz? Yoksa, Hz. Mevlana’nın ”” Köpeğin Kuyruğuna Bastım, SESİ Ağzından Çıktı” ifadelerinde olduğu gibi bir DURUM veya Başkaca bir ŞEYLER olmasın!!!  Göremediğimiz ve anlayamadığımız; Pes Doğrusu!

Eski Türkiye ve 1997 senesinin bir yaz günü; Ulusal Basının en güçlülerinden bir tanesinin İmtiyaz sahibi, Başbakanı evinde “Pijama” ile karşılar. Devleti temsil eden, en Üst bir Makam olan Başbakan’a karşı yapılan bu davranışı o günlerde çok konuşmuştuk ve Millet olarak da “”YANLIŞ”” olduğuna hükmetmiştik.  2017’nin yine bir yaz günü ve YENİ TÜRKİYE’Yİ de Kuracağız derken; Eski Türkiye özlemini çeken, Bu defa da Yerelden bir Basın kuruluşumuz; Devleti temsil eden, Yerelde ki en üst bir Makam olan “””VALİ’YE””” Balans AYARI vermeye, HİZAYA da getirmeye ‘’ya bir  ‘’GONYA KÜLAHI’’  giydirmeye mi çalışıyoruz? Değişen ve Gelişen bir şey yok demek ki, Basın Camiasında; 20 yıl sonra bile!!!

Küresel güçler, içimizdeki taşeron ve işbirlikçileri maharetiyle, bölgemizde yeniden bir paylaşım savaşının eşiğinde bulundukları bir dönemde, içeride bir ve beraber olması gereken tüm kurumlar ve bireylerimize neler olmaktadır? Küresel güçler ve taşeronları da aynen bunu istiyorlar. Parça parça olmamızı ve çok kolay bir lokma olmamızı ve yutabilmelerini! Bölgemizde ki savaşları ve paylaşım operasyonlarını,  bizler halen bilgisayar oyunu mu zannediyoruz ki? Bölgemizde devam eden terör örgütleri üzerinden yürütülen asimetrik savaşın hedefi ne olabilir ki? Hala anlayamadık mı? Hala uyanamayacak mıyız? Yaşadıklarımız bir daha tekrarı olmayacaktır. Millet olarak aklımızı başımıza lamamız gereken bir dönemde ve devlet yönetiminde ki tüm paydaşlar da bir ve beraber olmak ve hareket etmek zorundadır; Bu devletin,  milletin ve vatanımızın birliği, beraberliği ve bütünlüğü adına!  Devlet yönetimi kibir ve egoyu kaldırmaz! Devlet yönetiminde,  Kibir ve Egosuna yenilen her bir birey ve paydaşlar da kaybetmeye mahkûm olur. Tarihin tozlu sayfaları bunun örnekleri ile doludur; Sadece ders almasını bilenlere! Tarih zaten yaşananlardan ders alınmış olsa tekerrürden de ibaret olmazdı!  Devlet, millet ve birey olarak, tarihten ders alabilenlerden olabilmeyi dilerim.

Bize NE Oluyor ki?

Dünyayı ve bölgemiz, Küresel Güçler ve onların her bir bölgede ki taşeron ve işbirlikçileri maharetiyle, 100 yıl önce olduğu gibi yeniden bir dizayn, bir bölüşüm ve bir paylaşım savaşlarına sahne olmaktadır. 100 yıl önce bu savaşlarını hiçbir şekilde anlayamadık. Anlamak için de bir çaba, gayret de sarf edemedik. Çünkü bireysel kavgalar ve iç çekişmeler ile meşgul ve melül bir durumda bulunuyorduk. Sonuç olarak da milyonlarca insanımızı ve bir yüz yılı, ülke ve bölge insanları olarak kaybettik. Küresel güçler ve taşeronları ustalıkları ile tekrardan bir yüzyılı daha kaybetmemiz için her gün ama her gün bir fitne ve ihanete duçar kalıyoruz. Neden ki? Bu adamlar her gün neden bir fitne ateşi çıkarıyorlar ki? Bizler de hemen bu fitneye alet oluveriyoruz!  Bizler bu fitnelerle meşgul edenler arka planda ise operasyonlarına devam ediyorlar. Aynen Nasreddin hoca kavgasında olduğu gibi, Yorgan gittikten sonra ancak uyanabiliyoruz.  Artık ülke ve bölge halkları olarak kaybedecek ne bir saniyemiz, ne bir parça toprağımız, ne de bir canımız kaldı. Yeter artık! Küresel güçler ve taşeronlarını bunları görebilmelerinin tek bir yolu ve çaresi vardır; Bir olmak, İri olmak, Beraber olmak ve hep birlikte Türkiye olabilmekten geçmektedir.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan AK Parti grup toplantısında;  AK Parti teşkilatları ve tüm belediye yöneticilerine yönelik;  “Teşkilatlar, belediyeler eğer bizim dava idraki ile hareket etmiyorsa bize zarar veriyorlar ve zarar veren kardeşlerimizi de uyarıyorum kusura bakmasınlar, biz uyarmadan kendileri bu uyarıyı yapsınlar ve adımı atsınlar.  AK Parti olarak bizim kendimizi yenilememiz gerekiyor. Önce şu hareketin, kendi içinde birbirini sevmesi gerekir. Bize ne oluyor ki kendi içimizde birbirimize karşı çalım atıyoruz. Eğer elinden dilinden emin olmayan insanlar olmadıkça biz gerçek Müslüman olamayız bunun idraki içinde olmalıyız. Son günlerde cihat diye bir şeyler geçiyor. Cihat elinde silahla dolaşmak değildir. Cihat nefisle mücadeledir; Nefsimizle mücadele edebiliyorsak, işte cihat budur. 2019’da ancak bu şekilde arzu ettiğimiz başarılara ulaşabiliriz. AK Parti’nin başarısı Türkiye’nin başarısı olacak.   Artık hedefi büyük koyduk” şeklinde uyarı ve ikazlarını, teşkilatlar, belediye yöneticileri ve tüm vatandaşlarımız çerçevesinden de çok dikkate değer buluyorum. 

Sayın Cumhurbaşkanımızın çok dikkate değer ve manidar konuşmaları, uyarıları çerçevesinde,  öncelikle tüm vatandaşlar olarak bireysel manada ve teşkilat mensuplarının da kendimizi bir sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum.   Hz. Peygamber efendimizin biz İnananlara yönelik olarak; ‘Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz ’  ikazları neyi ifade etmektedir? Mümin için sadece bu Dünya hayatı mı vardır? Başka bir âlem ve hayat yok mudur? İnancımız gereği yaptıklarımızdan hesaba çekilmeyecek miyiz? Her yaptığımız yanımıza kar mı kalacaktır?  Yine Hz. Peygamber’in ‘’Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız’’  uyarıları ile bizlere neler söylemektedir?  Birbirini sevmeyen bir davanın üyeleri nasıl başarıya ulaşabilir ki?  Daha önceki yazılarımda da sürekli olarak vurgulamaya çalıştığım; Her bir teşkilat üyesi bireyin; Ülkesi ve yaşamış olduğu şehrin gelişmeleri, yatırımları ve çıkarlarının üstünde, kendisinin de bir hesabı,  bir kitabı,  bir planı, bir ikincil – üçüncül ve bilmem kaçıncı ajandası, bir ihalesi bulunmaktadır.  Bu nasıl olabilir ki? Kendisi ve çevresi için de, bir mevki ve bir makam beklentisi bizleri içten içe yakmaktadır.  Tüm bu dünyalık menfaatler için mi birbirimizin paçasından çekiştiriyor ve çalımlar atıyor, iftira ve saldırılarda bulunuyoruz ki? Hani; Emin bireyler olacaktık ve kimseye de hiçbir şekilde zarar vermeyecektik, ne elimizden,  ne de dilimizden? Bu beklentiler, birey olarak farkında olmadan bizleri hataya mı sevk ediyor ki? Ülke ve şehrimizin menfaatlerinin önüne şahsi çıkarlar mı geçmektedir ki?  Yazık gerçekten de çok yazık! Ülkemize ve şehrimize yazık olur. Ne oldu bize? NE oluyor ki bizlere? Bize neler  oluyor ki? Bu gün değil de ne zaman uyanacağız ki? Ne zaman bir ve beraber olabileceğiz ki? Basra harap olduktan sonra mı? Parça parça olduktan, vatansız ve hanümanız kaldıktan sonra mı?  Ey Allah’ın Resulü, bizler hem dilimizle,  hem de elimizle kendi din kardeşlerimiz ve dava arkadaşlarımıza, dünyalıklarımız adına çok büyük zararlar veriyoruz. Ey Allah’ım, içimizde ki beyinsizler yüzünden bizleri helak eder misin? Allah Korusun!

Parti teşkilatları, toplumun bir yansıması ve aynasını teşkil etmektedir. Bu teşkilatlarda samimi bir şekilde, ülkesi, şehri ve davası adına çalışmayan ve bir şekilde de zarar veren bireyleri de bünyemizden atamıyorsak, temizlik yapamıyorsak, geleceğimiz ve çocuklarımız adına çok büyük bir sorunu – sıkıntıyı ve belayı da satın alıyoruz demektir.  Kurumlarımızın sağlıklı bir şekilde hayatiyetini sürdürebilmesi için hastalıklı olan bölgenin ya tedavi edilmesi ya da sağlıklı olan kısma da zarar vermeden bünyeden bir şekilde atılması gerekir. Atmadığımız takdirde ise bu hastalıklı bölgenin tüm vücudu sarması ve kendi kendimizi de imha etmesi için fırsat veriyoruz demektir. Sayın Cumhurbaşkanımızın mezkûr uyarı ve ikazlarının tüm teşkilat mensupları ve vatandaşlarımız için de, bölgemizde ki tüm küresel hesaplar,  tüm planlar ve tüm paylaşım savaşları çerçevesinde,  dünyalık menfaat ve çıkarlarımız doğrultusunda, fitne ve ihanet oyunlarına da gelmemek adına, çok dikkat etmemiz gerektiğinin kanaatindeyim. Libya, Irak, Yemen, Mısır, Suriye ve diğerleri gibi olmamak için tabii ki!

Devlete Kimse Ayar Veremez!

Dünya ve bölgemiz;  Küresel Güçler ve onların hizmetçileri konumunda ki dünyanın her bir köşesinde bulunan, özellikle de bizim bölgemizde ki taşeron ve işbirlikçileri maharetiyle yeniden bir dizayn, bölüşüm ve paylaşım savaşlarına şahit olmaktadır. Bölge halkları olarak halen bu savaşları anlamaktan çok uzak bir durumdayız. Acaba neden? Günlerimiz çok güzel bir şekilde akıp gitmektedir; Mutlu ve mesut!  İçeride Birbirimizle uğraşırken, Gerçekten de mutlu, mesut,   huzur ve refah içinde miyiz? Yoksa bir aymazlık halinde miyiz? Üzerimize doğru gelmekte olan çok büyük bir musibetin farkında değil miyiz? 100 yıl önce fark edemediğimiz gibi! 100 yıl önce de dedelerimiz içeride birbirileri ile uğraşırken, enerjimizi birbirimize karşı tüketmekle meşgul iken, küresel güçler ve onların işbirlikçileri eliyle kocaman bir imparatorluğun parçalanmasına sadece seyirci kalabildik! Bu gün faklı bir durumda mıyız?  Hiç zannetmiyorum! Bugün dünden dersler çıkarabildik mi? Bu gün neler yapmalıyız ki bu Devlet ve millet bir daha parçalanmasın! Halen birbirimizle uğraşmaya, bu ülke ve bölge üzerinde hesabı olanların sadece işini kolaylaştırmaktan başkaca yaptığımız bir şey yok! Bu asil millet bir daha zulümlerle karşı karşıya kalmasın! Peki, neler yapmalıyız!

Geçtiğimiz günlerde şehrimizde vuku bulan bir olay üzerinden devlet mekanizmasının en üst makamı ve diğer paydaşlardan bir tanesi arasında, bence gereksiz ve bir o kadar da hiçbir paydaşa da fayda sağlamayacak, hatta zarar verebilecek,  bir tartışmaya şahit olduk.

Hiçbir kurum ve birey, devlete ayar veremez, vermeye de kalkmamalıdır.  İmparatorluk geleneği olan bu Devlet, her gün 18 yaşındadır ve hiç bir gün de bu yaşından ne ileriye bir gün alır, ne de geriye bir gün sayar! Bunu böyle bilir ve ona göre de kendimize çeki düzen verebilirsek, tüm paydaşlar daha fazla incinmez diye düşünüyorum.   Devletin en üst makamı ve devleti temsil eden bir kurum ve kişiye ayar vermeye mi çalışıyoruz?

Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız; Devlet yönetiminde ki bütün erkler ve paydaşlar, devletin işleyişi açısından, birbirine karşı sadece ve sadece kanunlar ve kurallar çerçevesinde saygılı olmalı ve her bir paydaşı temsil eden bireyler de haddini bilmelidir. Daha önceki dönemlerden hatırlarız; Birbirine haddini bildirmeye kalkan erkleri ve kurum yöneticilerini! Aman Allah’ım, ne günlerdi! Allah o günleri bir daha bu asil millete yaşatmasın! O günlerde hangi kurum,  başka bir kurum ile kavga edecek veya hangi kurum yöneticisi arıza çıkaracak diye kara kara bekler hale düşmüştük.   Kime ve hangi kuruma faydası oldu ki, bu kavgaların ve gürültülerin, Hiç! Sadece kocaman bir hiç! Devlet ve milletimize, Zaman ve enerji kaybından başkaca hiç bir şey değil. Sadece taşeronların işini kolaylaştırmaktan başkaca bir işe yaramayacaktır.

Ordu ilimizde, bir devlet bakanımızın onur konuğu olduğu,  şehirdeki tüm protokol üyeleri ve vatandaşlarımızın yoğun katılımlarının olduğu bir programda,  meydana gelen olaylara ne demeli, bilemiyorum.  İnanın izah etmekte, kelime ve kavram üretmekte zorlanıyorum.   Devleti temsil eden Emniyet müdürümüze Protokolde yer vermeyen, belediye zabıta ekipleri ve koruma personeli, ne yapmaya çalışmış olabilir ki? İş güz-arlık mı demeli? Kraldan fazla,  kralcı olmak mı?  Devlet yönetim sistemini ve protokol kurallarını, yeniden ve aşkla bir daha anlatmalı mı tüm kamu personeline?  Yoksa! Devlet yönetim sistemi ve işleyişi çerçevesinden, kelimelerin yetersiz ve kifayetsiz kaldığı bir durumdayız, aslında! Anlamakta, anlamakta ve yorumlamakta da gerçekten çok zorlanıyorum, tüm bu gelişmeleri!

Küresel güçler, içimizde ki taşeron ve işbirlikçileri maharetiyle, bölgemizde yeniden bir paylaşım savaşının eşiğinde bulundukları bir dönemde, içeride bir ve beraber olması gereken tüm kurumlar ve bireylerimize neler olmaktadır? Küresel güçler ve taşeronları da aynen bunu istiyorlar. Parça parça olmamızı ve çok kolay bir lokma olmamızı ve yutabilmelerini! Bölgemizde ki savaşları ve paylaşım operasyonlarını,  bizler halen bilgisayar oyunu mu zannediyoruz ki?

15 Temmuz 2016 tarihinde ki karanlık ve uzun gecede yaşadığımız neydi? 15 Temmuz tarihinde bu millete biçilen rol ve hedefler nelerdi? Ne çabuk unuttuk?  İnsanoğlu gerçekten de nisyan ile malul bir durumda! 15 Temmuz akabinde, Yeni kapıda zuhur eden ve Küresel güçleri korkutan,  Devlet ve Millet birlikteliği ve kaynaşmasından korkanlar, içeride fitne tohumlarını ekmeye ve kaşımaya da devam ediyorlar. Biz de buna alet oluyoruz! Bölgemizde devam eden terör örgütleri üzerinden yürütülen asimetrik savaşın hedefi ne olabilir ki? Hala anlayamadık mı? Hala uyanamayacak mıyız? Yaşadıklarımız bir daha tekrarı olmayacaktır.

Millet olarak aklımızı başımıza almamız gereken bir dönemde ve devlet yönetiminde ki tüm paydaşlar da bir ve beraber olmak ve hareket etmek zorundadır; Bu devletin,  milletin ve vatanımızın birliği, beraberliği ve bütünlüğü adına!  Devlet yönetimi kibir ve egoyu kaldırmaz! Devlet yönetiminde,  Kibri ve Egosuna yenilen her bir birey kaybetmeye de mahkûm olur. Tarihin tozlu sayfaları bunun örnekleri ile doludur; Sadece ders almasını bilenlere! Tarih zaten yaşananlardan ders alınmış olsa tekerrürden de ibaret olmazdı!  Devlet, millet ve birey olarak, tarihten ders alabilenlerden olabilmeyi dilerim.

Bu Topraklarda İhanet Bitmez!

Küresel Güçler; Osmanlı İmparatorluğunu parçalamayı ve Osmanlı bölgesinde ki topraklarda tespit edilen petrol ve yer altı kaynaklarını sömürmeyi çok uzun zamandan beridir planları arasında bulunuyordu. Ne yapmalı ve Osmanlı imparatorluğu parçalanmalı, yıkılmalı veya bölgesinde ki yer altı kaynaklarına ulaşmanın, sömürmenin ve ülkelerinde ki rahat bir şekilde yaşamalarının,  önünde ki engel bir şekilde ortadan kaldırılması gerekiyordu.  Küresel güçler bu süreci savaşlarla çözemeyeceklerini çok iyi biliyor ve anlamışlardı. Çanakkale ve Kurtuluş savaşları bunun çok iyi birer örnekleridir. Savaş ile bu devleti yıkmak, parçalamak ve sömürmek mümkün görünmüyordu. Ne yapılması gerekiyordu?  İçeriden işbirlikçiler, taşeronlar ve hainler bulunması, üretilmesi kendileri için çalışması gerekiyordu.   İçeriden aklımıza gelemeyecek tür ve meslekten olan insanlar bu parçalama ve yıkma sürecinin içinde bir şekilde yer almışlardır; Bilinçli olanlar olduğu gibi ne yaptığının farında olamayanlar, ileride bu yaptıklarından dolayı da pişmanlıklarından kendilerini dağlara verenler! Bu isimler arasında aslında hepsi çok dikkati caliptir.  Bugün köşe yazımızda, sizlerle Şerif Hüseyin konusunu, bu devlete ve millete yapılan İhanetleri, karşılığında alınan ödülleri..  Son günlerde ki magazin dünyasında bilinçli ve bir o kadar da planlı bir şekilde bolca köpürtülen  ‘Adriana Lima ve Metin Hara’  aşkı mıdır, yoksa bu aziz devlete ve bu asil millete karşı yapılan bir ihanetin ödülü müdür, kabaca sizlerle bu konuları paylaşmaya çalışacağım.

Şerif Hüseyin 1854’te İstanbul’da doğdu;  Hz. Muhammed’in (sa.) soyundan geldiği kabul edilen Mekke şerifleri ailesindendir. 1908’de ikinci Meşrutiyet’in ilanından sonra Hicaz valisi ve Mekke şerifi olarak,  tekrardan Arabistan’a gönderildi.  Arapların Osmanlı Devleti’nden ayrılmaları yönünde çalışmalar ve ihanetler yapmaya başladı. Şerif Hüseyin, oğlu Abdullah aracılığı ile Mısır’da ki İngiliz yönetimi ile ilişki kurdu. 1915 –  1916 yıllarında Arapların Osmanlı İmparatorluğu’na karşı ayaklanmaları durumunda İngilizlerin kendi Krallığını tanımasını istedi.  Şerif Hüseyin krallığını ilan ederek, Haziran 1916’da Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandı.  Arap birlikleri hicaz demiryoluna saldırılar düzenlemeye ve Osmanlı birliklerine kayıplar verdirmeye başladılar. Bir yandan İngilizlerle çarpışan Osmanlı ordusu, Hüseyin’in oğulları komutasındaki Arap birliklerine karşı da savaşmak zorunda kaldı.  Birinci dünya Savaşı’nın bitiminden sonra itilaf kuvvetleri, Ürdün’de kendilerine bağlı bir yönetim kurdular.  İngilizlerin Filistin’de bir İsrail devleti kurmaya çalışması Şerif Hüseyin’i kızdırdı. İngiltere’nin,  1921’de Abdullah’ı Ürdün emiri, diğer oğlu Faysal’ı da ırak kralı yapması Şerif Hüseyin’in Arap dünyasındaki otoritesi sarsıldı ve zor durumda kaldı. Şerif Hüseyin 1930 yılına kadar Kıbrıs’ta sürgün hayatı yaşadı. Bundan sonra Şerif Hüseyin, Ürdün emiri olan oğlu Abdullah’ın yanına gitti ve bir yıl sonra, 1931 yılında öldü.

Şerif Hüseyin’in ihtiraslar ve ihanetlerle hayatı,  bu topraklarda bulunan her bir birey için aslında örnekliklerde doludur.  Anadolu topraklarında ihanet ve hainler bitmeyecektir. Küresel güçlerin bu topraklar üzerinde, geldiğimiz günlerden itibaren hesapları bitmemiştir ve bitmeyecektir. Bin yıldan fazladır Yurt edindiğimiz bu toraklarda bizleri buradan göndermek için her dönemde hainleri çok kolay bir şekilde bulmuşlardır. Çünkü her ihanet ve hainliğin karşılığında küresel güçler tarafından çok büyük ödüllere boğulmuşlardır; bu hain ve ihanet çeteleri! Birey, millet ve devlet olarak çok dikkatli ve daha fazla da uyanık olmamız gereken bir dönemden daha geçiyoruz; 100 yıl önce olduğu gibi…  Bölgemizdeki parçalanan devlet ve milletler de öyle sıradan bir şekilde parça parça edilmemiştir; İçeriden mutlaka bir hain ve ihanet çetesinin işbirlikçileri, destekleri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

Son günlerde magazin dünyasında dönen haberlere ne demelidir;  Dünyanın en çok kazanan bir süper modeli Adriana Lima ve sıradan bir Türk yazar,  Metin Hara aşkı! Aynen, eski Türk filmleri gibi, zengin kız, fakir oğlan aşkı mı ne dersiniz! Gerçekten de böyle midir? Medyadaki yansıyan haberlerde olduğu gibi çok masum bir aşk hikâyesi şeklinde midir?  Bölge halkları olarak, olayların geri planını ve bize karşı yürütülmekte olan algı operasyonlarını hiçbir zaman anında çözümleyemedik ve tepkilerimizi de ortaya koyamadık.  Sıradan bir yazar olan Metin Hara, Gezi kalkışması ve daha sonra ki süreçte, Devletimizin başkanı, seçilmiş Cumhurbaşkanımıza karşı olmadık ifadelerde bulunuyor, hainlik, ihanet ve hakaretleri saymakla bitiremiyoruz. Acaba neden? Şimdi olaylara bir de bu pencereden bakalım ve arka planında neler görebileceğiz. Bu topraklarda her bir hain ve ihanet küresel güçler tarafından ihanetin büyüklüğüne göre sürekli olarak ödüllendirilmiştir. Magazin dünyasında ki bu haberler de bir ÖDÜL operasyonu olmasın!  Devletin başkanına çok güzel hakaret ediyorsun!  Çok güzel küfürler saydırıyorsun! Bu topraklar üzerinde hesabı ve kitabı olan Küresel güçler tarafından elbette ki bir karşılığı, cevabı ve ödülü de olacaktır. Osmanlı İmparatorlu da böyle parça parça edilemedi mi!  İçeride ki işbirlikçiler ve taşeronlara vaat edilen devlet başkanlıkları karşılığında…  15 Temmuz 2016 nedir o zaman? Aynı bir ihanet ve hainlik değil midir? Küresel güçlerin bu Anadolu topraklarında ki hesap, kitap ve planlarına göre değişik türde bir ihanet ve ödüller de olmaya da devam edecektir. Bizler sadece Uyanık olalım! Sadece Bir ve Beraber olalım! Sadece Türkiye olalım! Küresel güçler ve içimizde ki taşeron ve işbirlikçilerinin tüm hesapları, planları  ve ödülleri de  AKİM kalacaktır.

Karanlık,  15 Temmuz,  Gecenin Yıl dönümü!

15 Temmuz 2016 tarihinde,  bu devlet ve millet,  hain bir darbe, bir işgal ve küresel güçlere de,  içimizde ki taşeronlar maharetiyle, bir teslim etme girişimi, denemesi ve kalkışması yaşandı.  Bu kalkışmanın daha önce yaşamış olduğumuz darbelerden de çok daha farklı olduğunu zaman geçtikçe anlamaya çalışıyoruz. Bu bir darbe değildi! Bu bir muhtıra da değildi!  Buna bir işgal de denilemezdi! Nasıl bir tanımlama yapmak gerekiyordu? Çünkü bu yaşadığımız; Bu devleti ve milleti, küresel sisteme tamamen bir teslim etme girişimidir. 100 yıl önce Kurtuluş Savaşına ne gerek var, Manda gelsin, Manda yönetimini kabul edelim,  diyenlerin bir başka versiyonu! Peki, bu yaşadıklarımızı unutmalı mıyız? Daha önceki yaşamış olduğumuz darbe ve muhtıraları unuttuğumuz ve unutturulduğu gibi! 15 Temmuz hain ve karanlık geceyi kesinlikle unutmamalıyız ve gençlerimize de unutturmamalıyız.  Devletimiz de bu yönde gerekli çalışmaları ve adımları attı;  ‘ 15 Temmuz’  Resmi tatil günü olarak ilan edildi.  Devletimiz de 15 Temmuz karanlık gecesi yaşamış olduklarımızı unutmamak ve böyle bir hainlikle bir daha karşılaşmamak adına; bu günü bir hatırlama, bir hafızalarımızı tazeleme, şehitlerimiz ve gazilerimizi de yâd etmek günü olarak etkinliklerle kutlanılması kararlaştırılmış oldu.

Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ının 15 Temmuz yıldönümü etkinlikleri çerçevesinde; İstanbul Şehitlik Anıtı, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi ve TBMM’sinde yapmış oldukları konuşmalarından bazı kesitler aktarmak istiyorum.  FETÖ’nun  yalnızca FETÖ olmadığını, PKK’nın yalnızca PKK olmadığını, DEAŞ’ın  de yalnızca DEAŞ olmadığını çok iyi biliyoruz;  tüm bu örgütlerin arkalarında  hangi güçler ve hangi devletlerin  olduğunu da..   Ama piyonu ezip geçmeden kaleleri alınamaz, şahı da mat edemeyiz. Onun için önce bu hainlerin, piyonların, taşeron ve işbirlikçilerin kafasını kopartacağız. Tekbirle tankın üzerine giden bir milleti kim ve hangi güç esir edebilir ki?  Darbecilerin gasp ettikleri tankların, namluların bombalarla, ellerindeki silahların kurşunlarla, helikopterler ve uçakların en öldürücü mühimmatlarla dolu olduğunu ve bunlar vatandaşlarımıza karşı acımasızca kullanıldı. Bu hainler,  bu silahları vatandaşlarımıza karşı kullanmaktan en küçük bir tereddüt dahi göstermediler. Peki, onların karşısına dikilen milletimizin neyi vardı? Benim vatandaşımın elinde bir silah mı vardı? Sadece elinde aynen bugün olduğu gibi bayrağı vardı, ama bunun yanında çok daha etkili bir silahı daha vardı; O silah da imanıydı, imanı. Sırtındaki tişörtünü tankın egzoz borusunun içine tıkamak suretiyle, onu çalışamaz hale getiren imandır, iman. ‘Bugün ölmeyeceksek,  ne zaman ölmeyeceğiz’ diyen bir millete kim zincir vurabilir. Ödediğimiz bedel çok ağır. Anaların, babaların, eşlerin, kardeşlerin, evlatların gözyaşlarına, yürek yangınlarına değer biçmek asla mümkün değildir ama bu fedakârlıkların karşılığında elde ettiğimiz istiklalimize ve istikbalimize de değer biçemeyiz.  Bizim arkamızda binlerce yıllık bir devlet geleneğimiz var; Rast gele bir araya gelmiş insan topluluklarıyla milletler arasındaki fark işte budur. Topluluklar sadece anlık çıkarları için bir arada bulunurlar. Milletlerin ise ortak geçmişleri, ortak değerleri, ortak hayalleri vardır. Bunlar uğrunda gerektiğinde canlarını vermeyi göze alırlar. Türk milleti, 15 Temmuz’da binlerce yıllık tarihinde defalarca yaptığı gibi tüm kutsallarını korumak uğruna canını vermekten çekinmeyeceğini göstermiştir. Tarih boyunca hep ateşle imtihan olmuş, düşman saldırılarının ve ihanetlerin kıskacında pişerek yol yürümüş bir milletiz. Demir filizinin ateşle yoğrulup çelikleşmesi gibi, yaşadığımız saldırılar ve ihanetler de bizi, birleştiriyor, bütünleştiriyor ve güçlendiriyor.  Coğrafyamızdaki bin yıllık geçmişimizin tek bir anını gösteremezsiniz ki mücadelesiz geçsin. Biz dirileri şerefli, ölüleri şanlı; Türk milleti olarak coğrafyamızın, bölgemizin, dünyanın geleceğine talibiz. Bizi ne terör örgütlerinin alçakça saldırıları, ne onları kullanan küresel güçlerin sinsi oyunları çökertebilir. Biz işte bu ruhu, bu inancı, bu iddiayı kaybettiğimiz gün biteriz. Bunu iyi görelim! 15 Temmuz’u unutmamak ve unutturmamak, sadece şehitlerimize, şehit yakınlarımıza ve gazilerimize değil, tarihimize karşı da en büyük sorumluluğumuzdur. Eğer 15 Temmuz’un bize verdiği dersleri doğru şekilde okumazsak, yeni 15 Temmuzları yaşamamız kaçınılmaz olacaktır. Üstelik bir sonraki 15 Temmuz’da düşmanın karşımıza hangi oyunlarla çıkacağını, kimleri kullanacağını da bilemeyiz. Müslüman, akıllı insandır; Aynı delikten iki defa ısırılmaz. 15 Temmuz anma etkinlikleri; Şehitlerimizi yâd etmenin, şehit yakınlarımıza ve gazilerimize minnettarlığımızı sunmanın yanında bu konuda ne kadar mesafe kat ettiğimizin muhasebesini yapmaya da yöneltmelidir’ şeklinde ki anlamlı, bir o kadar da veciz, devlet ve millet bütünleşmesi adına olan bu konuşmalarını çok önemsiyorum.

15 Temmuz 2016,  hain ve karanlık bir geceyi,  Cumhurbaşkanlığımız himayesinde yapılan etkinlikler neden mi çok önemlidir? Bir daha böyle bir ihanetle karşılaşmamak,  içimizde ki hainler maharetiyle arkamızdan vurulmamak adına, çok dikkate değer buluyorum.  Sayın Cumhurbaşkanımızın ifadelerinde de olduğu; Bir olmak,  Beraber olmak, İri olmak, Diri olmak, Kardeş olmak ve hep birlikte Türkiye olabilmek adına da çok manidardır.  Devlet ve millet olarak, Bir ve beraber olamadığımız dönemlerde,  içimizde ki hainlerin, küresel sistemle yapmış oldukları işbirlikleri neticesinde,   sürekli olarak engellemelerle karşılaştık,  hep vurulduk, hep yaralandık ve yıprandık; Kalkınma hamlelerinde Dünya’dan da gerilerde kaldık. Bu ülkede ki her bir darbe, 50 yıl geri gitmemize sebebiyet vermiştir. Birliğimizi, dirliğimizi ve devletimizi de korumak için bu birliktelik ruhu çok önemlidir.  Darbeler ve ihanetleri bizlere unutturanların hedefleri de bu değil midir? 90 yıllık bir Cumhuriyetin karşılaşmış olduğu darbe ve muhtıraların adedi 14’ü geçmektedir. Neden ve Nasıl olabilir? Millet olarak bu yaşadığımız karanlık ve ihanetlerle dolu gün ve geceleri,  içimizde ki taşeron ve işbirlikçiler,  hatırlamamızı, hafızalarımızı tazelememize dahi izin vermediler. Bu nasıl bir şeydi ki? Bir devlet yaşadığı ihanetleri,  vatandaşı tarafından hatırlamasına, konuşulmasına ve zikredilmesine dahi müsaade edemiyor?  Devlet ve Milletimiz ilk defa kendisi ile buluşuyordu;  Devlet milleti ile barışıyordu; Hasretle beklenen ve özlenen şey hakikat oluyordu.  Devlet milleti ile birlikte kararlar alıyor ve birlikte hareket ediyordu. Küresel sistemin bu ülkede ki hesapları adına en büyük korkusu ve rüyası, gerçekleşiyordu; Devlet ve millet bütünlüğü. Küresel sistem ve taşeronları için hayat damarları bir bir tıkanıyor ve kesiliyordu.   Devlet ve Millet olarak; Ya Bir ve Beraber olacağız, Ya da Küresel sistem,  bizleri Bin yıl önce ki geldiğimiz yerlere sürmesine seyirci kalacağız. 300 yıllık planlarına ve hedeflerine sadece yardımcı olacaktık,  bir nevi!  Ya Var olacağız Çetin Anadolu topraklarında; Bir ve Beraber olmakla; Devlet ve Milleti Barışması, Bütünleşmesiyle! Ya da Yok olacağız!  Karar;  Devlet ve Millet olarak Bizlerin!

15 Temmuz Gecesi Ne Olmuştu?

Dünya,  Darbeler tarihine kabaca bir baktığımızda,  Küresel Güçlerin muktedir ve iktidar olmadıkları, kontrol ve denetimleri altına alamadıkları, bölge ve ülkelerde; Darbe, muhtıra,  post – modern darbe ve iç karışıklıkları, bazen dışarıdan desteklediklerini, bazen de doğrudan içinde olduklarını görebiliriz.  Peki neden?  Bir güç neden bir başka ülkede iç karışıklıklar ve darbe destekleyicisi olabilir ki?  Böyle bir kaostan ülkesi ve diğer paydaşları adına ne gibi bir kazanç planlanmaktadır? Küresel Güçler,  Dünyanın değişik ülke ve bölgelerinde ki bu darbeleri keyfi olarak mı yapmakta ve desteklemekteler? Yoksa! Başkaca bir hesap var mıdır? Bu darbelerin çok önceden bir hazırlık ve ön planlaması da oluyor mudur? Bir gece ansızın canımız sıkıldı,   şu ülkede gidip içerideki adamlarımız maharetiyle,  bir darbe yapalım şeklinde mi oluyordur? Herhalde böyle kolay bir şekilde değildir! Çok önceden bir planlaması ve stratejisi mutlaka bir yerlerde hazırlamakta ve servis edilmektedir, taşeronlarına ve işbirlikçilerine.  Küresel sistem,  darbe destekçiliği ve darbelerin doğrudan içinde olmasını sadece ve sadece kendi varlığını korumak ve bulunduğu küresel gücünü sürdürebilirlik adına yapmaktadır. Dünya’daki darbelere maruz kalan halklar olarak bizler bu gerçeği hiçbir zaman algılayamadık, tedbirler de alamadık.  Bizler, bir devlette iç karışıklık oluyor ve o ülkenin askerleri de düzeni sağlamak adına,  yani biz halkların refahı ve huzuru,  yönetime el koyduklarını zannediyorduk! Ne zamana kadar? Böyle olduğuna inandık ve inandırıldık?  15 Temmuz tarihinde ki karanlık ve uzun gecede,  içimizdeki taşeron ve işbirlikçiler maharetiyle sergilenen;  hain darbe, işgal ve küresel sisteme bu vatanı ve bu devleti teslim etme gerçeği ile yüzleşene kadar!

Peki, ne olmuştu 15 Temmuz tarihinde ki karanlık ve uzun gecede? Bu karanlık gecede bu devletin askeri elbisesini giymiş küresel güçlerin üniformalı taşeronları,   yine bu devletin ve bu milletin düşmanlarına karşı kullanılması için kendilerine teslim edilen silahları ve namlularını bu asil millete, hiçbir şekilde gözlerini kırpmadan doğrulttular ve kullanabildiler.  Nasıl olabilirdi? İnsanın aklı almıyordu! Bu milletin içinden çıkmış kendi evlatları, babasına, annesine, halasına, dayısına ve komşusuna silah sıkabiliyor ve hiç tereddüt göstermeden şehit edebiliyordu. Küresel güçlere, nasıl bir teslimiyetti, bu yaşadıklarımız? Bu nasıl bir emir ve komuta zinciriydi, Allah’ım? Anlamakta gerçekten zorlanıyorduk.   15 Temmuz karanlık ve uzun gecesi bir film gibi, fakat gerçeğin ta kendisini yaşıyorduk.  Yine de anlamakta, anlamlandırmak ve yorumlamakta zor anlar yaşıyorduk. Peki, hedef ne olabilirdi ki? Küresel güçler ve içimizde bizden olarak bildiklerimiz olan taşeron ve işbirlikçiler nereye varmak istiyorlardı? Aslında sormamız gereken soru ve cevaplar bu olmalıydı. 15 Temmuz gecesi bu devlet, bu vatan ve bu milleti tamamen küresel sisteme teslim etmek planlanmıştı.  Devlet ve millet olarak; Daha önce ki yaşamış olduğumuz darbeler, muhtıralar, post modern darbeler, e-muhtıralardan çok başka bir şeydi, 15 Temmuz karanlık ve uzun gecede yaşadıklarımız.

Anadolu, Ortadoğu, Ön Asya ve Afrika’da darbeler hiçbir saman bitmeyecektir. Peki,  Neden?  Küresel güçler neden bu topraklarda sürekli olarak bir darbe ve bir işgal girişimlerinde bulunuyorlar? Dünyanın tüm enerji ve petrol kaynakları bu bölgelerde bulunduğu için olabilir mi? Bu gün de,  Bir Kuşak ve Yol Projesi olan Yeni İpek Yolu ile 65 ülkenin kalkınma projelerini baltalamak ve denetimleri altına almak için olabilir mi?  Neden olmasın ki? Türkiye’de bu petrol, enerji ve yeni ipek yolu projesinin tam merkezinde ve köprü konumunda bulunduğu için olabilir mi, tüm bu yaşadıklarımız?  100 yıl önce bu bölgelere geldiklerinde de bölge halklarını çok sevdikleri ve düşündükleri için yine bu halkların hürriyet ve özgürlük mücadeleleri desteklemek için olduğuna inandırıldığımız gibi! Ne kadar safmışız! Bu saflığımızdan faydalanan küresel güçler, bir İmparatorluğun parçalanmasına ve milyonlarca da insanımız ölümlerine sebebiyet vermişlerdi.   İngiltere eski Başbakanı Churchill der ki; Türkiye ülkesinde ve bölgesinde, hiçbir zaman 85 kg olmamalıdır,  90 kg olursa 85’e indiririz, 80’e düşerse de 85’e mutlaka çıkarırız. Ne demek istiyordu ki kurt politikacı? Ne demek bu zikredilenler? Türkiye hiçbir şekil ve şartlarda ekonomik ve askeri olarak bölgesinde bir ‘GÜÇ’ olmamalıdır. Küresel sistemin arzu ettikleri bir format ve sadece kontrol edilebilir, yönetilebilir bir konumda kalmalıdır. Türkiye’de küresel sistemin arzu ettiğinin aksi olan her bir dönemde darbelere sürekli olarak maruz kaldık.

15 Temmuz 2016 tarihinde ki karanlık ve uzun gecede yaşamış olduğumuz hain darbe ve işgal girişimlerinin seneyi devriyesinde, Cumhurbaşkanlığımızın himayelerinde tüm Türkiye’de anma programları ve gecesi yapılacaktır.  Devlet ve millet olarak bu karanlık geceyi, unutmamalı ve gençlerimize de unutturmamalıyız.  Devlet olarak daha önceki yaşamış olduğumuz darbe ve darbe girişimlerini unuttuğumuz ve bizlere de planlı olarak unutturulduğu için sürekli olarak her on yılda bir tekrarlarını yaşamak zorunda kaldık. 15Temmuz karanlık gecede ki Şehitlerimize Allah’tan rahmet, gazilerimize şifalar, yakınlarına sabırlar ve milletimize de tekrar tekrar bir daha böyle karanlık gecelerin yaşanmaması adına geçmiş oldun dileklerimi sunarım. Milli şairimiz merhum Mehmet Akif’in dizelerinde ki  ‘’ Allah bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın!’’  veciz ifadelerinde olduğu gibi. Allah bu millete,  ne darbeleri,  ne muhtıraları, ne post modern darbeleri, ne e-muhtıraları   ne de 15 Temmuz gibi  karanlık  ve uzun bir  geceyi  bir daha yaşatsın!!  Amin..